
1987 Borsa Krizi « Dünya Ekonomisi
19 Ekim 1987'de dünya piyasalarında hisse senedi değerleri büyük bir düşüş gösterdi. Dow Jones Endüstriyel Ortalaması yüzde 22 azalarak 1738,42 kapanış puanına indi. Bu azalma 1914'ten beri bir gün içinde görülen en büyük düşüş oldu ve ünlü Ekim 1929 borsa çöküşünü bile gölgede bıraktı.
Brady Komisyonu (çöküşü araştırmakla yükümlü bir başkanlık komisyonu), SEC ve diğer kuruluşlar yatırımcı psikolojisindeki olumsuz gelişmeler, yatırımcıların ABD federal bütçesine ve dış ticaret açıklarına ilişkin kaygıları, New York Menkul Kıymetler Borsası salonunda çalışan uzmanların kurtarıcı alımlar yapma görevlerini yerine getirmemeleri, bilgisayarların belirli gelişmeler ortaya çıkınca otomatik olarak çok sayıda hisse senedi alımı ya da satımı talimatı verecek biçimde programlanmaları anlamına gelen "program alım-satım"ları gibi çeşitli ögelerin 1987 bunalımına neden olduğunu iddia ettiler.
Borsa söz konusu gelişmelerin ardından çeşitli koruyucu önlemler yürürlüğe koydu. Anılan önlemlere göre Dow Jones Endüstriyel Ortalaması bir gün içinde 50 puan azalır ya da yükselirse program alım-satımı talimatı veren elektronik siparişler kesilecek ve Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 250 puan düşerse tüm alışverişleri geçici olarak durduran bir "sigorta" sistemi uygulanacaktı.
Bahis konusu olağanüstü durum yöntemleri ileride Dow Jones Endüstriyel Ortalaması'nda görülen yükselmeyi yansıtacak biçimde büyük ölçüde değiştirildi. 1998 sonlarında yapılan bir değişiklikle Dow Jones Endüstriyel Ortalaması bir gün içinde son bir kapanış ortalamasına göre yüzde 2 artar ya da azalırsa program alım-satımlarının sınırlandırılması yoluna gidildi; 1999 sonlarında bu formül borsada 210 puan dolayında değişiklik olursa program alım-satımının durdurulacağı anlamına gelmeye başladı.
Yeni kurallar uyarınca tüm alım-satımın durdurulması için de daha yüksek eşikler getirildi; 1999'un son üç ayı sırasında bu eşik Dow Jones Endüstriyel Ortalaması'ndaki en az 1.050 puanlık bir düşüş olarak belirlendi. Sözü edilen reform önlemleri borsaya karşı güveni arttırmış olabilir; fakat, ekonominin güçlü bir gelişme göstermesinin daha büyük bir etki yarattığı da söylenebilir. Federal Rezerv 1929'da yaptığının aksine yatırımcıların teminat çağrılarını karşılayabilmelerini ve faaliyetlerini sürdürmelerini güvence altına almak için borç verme koşullarını yumuşatacağını açıkladı.
Bir bakıma bu açıklamanın sonucu olarak 1987 çöküşü kolayca atlatıldı ve borsa yeniden yüksek düzeylere erişti. Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 1990'ların başlarında 3.000 puanı ve 1999'da da 11.000 puanı aştı. Buna ek olarak alım-satımlar da büyük ölçüde yoğunlaştı. 1960'larda bir günde 5 milyon hisse senedi el değiştirirse New York Borsası için olağanüstü hareketli bir gün sayılırdı. 1997 ve 1998'de bir milyar senedin alınıp satıldığı günler oldu. NASDAQ'ta ise 1998'e gelindiğinde böyle günler olağan sayılıyordu.
Görülen bu hareketliliğin bir nedeni de günlükçüler olarak tanımlanan ve kısa sürelerde çabuk kar sağlamak umuduyla bir gün içinde aynı senetleri birkaç kez alıp satan kişilerdi. Bahis konusu bireyler gittikçe artan bir biçimde İnternet aracılığıyla alışveriş yapan guruplar arasında sayılabilirler. 1999 başlarında tüm hisse senedi alıp satanların yüzde 13'ünü bireyler oluşturuyor ve bunların yüzde 25'i de her türde menkul kıymet alım-satımı için İnternet'ten yararlanıyorlardı.
İşlemlerin yoğunluğu arttıkça fiyatlardaki oynaklık da çoğaldı. Günde 100 puanı aşan değişmeler gittikçe daha sık görülmeye başladı ve 27 Ekim 1997'de Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 554,26 puan birden düşünce sigorta sistemi devreye girdi. 31 Ağustos 1998'de 512,61 puanlık bir büyük düşüş daha gerçekleşti. Buna karşın, aynı günlerde borsa o kadar yükselmişti ki düşüş hisse senetlerinin toplam değerinin yüzde 7'si dolayında oldu, yatırımcılar piyasada kaldılar ve borsa kısa zamanda toparlandı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu AET « Dünya Ekonomisi
Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nu 18 Mayıs 1951’de kuran altı üye (Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda) 25 Mart 1957’de kısaca Roma Antlaşması olarak anılan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kurdu. AET, resmen 1958 yılının başında faaliyete geçti. Daha sonra Avrupa Topluluğu olarak anılan bu birlik, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, EURATOM ve AET’den kuruludur.
Avrupa Topluluğu’nun merkezi Brüksel’dir. 1 Temmuz 1987 tarihli Tek Avrupa Senedi ile Roma Antlaşması önemli ölçüde değiştirilmiştir. 1991'de imzalanan Maastricht Antlaşması ile Topluluk'a Avrupa Birliği adı verilmiş ve Roma Antlaşması ikinci defa değişikliğe uğratılmıştır.
Topluluğun hedefi, ekonomik ve parasal birliğin oluşturulmasıdır. Bu çerçevede üye ülkeler arasında malların, hizmetlerin, sermaye ve işgücünün serbest dolaşımının sağlanması, tek para biriminin kabul edilmesi, ortak para politikasının uygulanması ve ekonomi politikalarının uyumu amaçlanmaktadır.
Topluluğun temel organları; Avrupa Parlamentosu, Topluluk Konseyi, Topluluk Komisyonu, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Komite ile Bölgeler Komitesi'dir. Bunların yanı sıra Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Para Enstitüsü ve Sayıştay gibi yardımcı kurumları bulunmaktadır.
Topluluk bütçesinin gelir kaynakları gümrük vergileri, tarımsal vergiler gibi geleneksel kaynaklar, katma değer vergisi payları, GSMH'ye dayalı kaynaklar ve üye ülke katkıları gibi diğer kaynaklardır.
1 Ocak 1995 tarihi itibariyle Finlandiya, İsveç ve Avusturya'nın Topluluk'a üye olmasıyla üye sayısı 15'e yükselmiştir. Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere, Yunanistan, Portekiz, İspanya, Finlandiya, İsveç ve Avusturya, Topluluk'a halen üye ülkelerdir.
AET, yasası gereği "ortak üyelik" anlaşmaları yapabilmektedir. AET ile Ankara'da imzalanan 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Antlaşması ile 1 Aralık 1964 tarihinden itibaren "ortak üye" statüsü kapsamına girilmiştir. Tam üyeliğe geçebilmek amacıyla, hazırlık dönemi, Gümrük Birliği'ne geçiş dönemi ve son dönem öngörülmüştür.
1970 yılında imzalanan Katma Protokol ile Gümrük Birliği'ne geçiş dönemine ilişkin koşullar saptanmıştır. 14 Nisan 1987 tarihinde de Türkiye, Avrupa Topluluğu'na tam üyelik için başvurmuştur. Ancak, Türkiye'nin tam üyelik talebine ilişkin olarak Topluluk Komisyonu, Avrupa Konseyi'ne olumsuz görüşünü bildirmiş, daha sonraki dönemde 6 Mart 1985 tarihindeki Ortaklık Konseyi toplantısında Gümrük Birliği kararı alınmış ve bu karar Avrupa Parlamentosu tarafından 13 Aralık 1995 tarihinde onaylanmıştır. Böylece 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren Türkiye, Avrupa Topluluğu ile Gümrük Birliği'ne geçmiştir. Ancak, Türkiye'nin nihai hedefi Avrupa Birliği’nin tam üyesi olmaktır.
Amerikan Borsalarının İşleyişi « Dünya Ekonomisi
Sürümde binlerce hisse senedi bulunmasına karşın bunlar arasında en büyük, en iyi tanınmış ve en çok alım-satım gören şirketlerin hisse senetleri genelde New York Menkul Kıymetler Borsası'na (New York Stock Exchange - NYSE) kayıtlıdır. Borsa'nın geçmişi bir gurup aracının New York kentinde Wall Street'teki (Wall Sokağı) bir çınar ağacının altında toplanıp hisse senetlerinin nasıl alınıp satılacağına ilişkin belirli kurallar saptadıkları 1792 yılına kadar uzanır.
1990'ların sonlarına gelindiğinde NYSE'de 3.600 değişik hisse senedi kayıtlıydı. NYSE'de 1.366 üye ya da aracı şirket tarafından büyük paralar ödenerek satın alınan ve bireyler adına hisse senedi alıp satmak için kullanılan "yer" vardır. Borsa ile aracı şirketler arasında iletişim elektronik olarak yapılır. Fiyatları bildirebilmek ve siparişleri alabilmek için 200 mil (yaklaşık 320 kilometre) fiber-optik kablo döşenmesi ve 8.000 telefon bağlantısı kurulması gerekmiştir.
Hisse senetleri nasıl alınıp satılır?
Sözgelimi California'da bir öğretmen denizaşırı geziye çıkmak istesin. Gezi giderlerini karşılamak için elindeki 100 adet General Motors hisse senedini satmaya karar verir. Müşterisi olduğu aracıyı arar ve senetlerini en kısa sürede en iyi fiyattan satmasını ister. Aynı gün Florida'daki bir mühendis, biriktirdiği parayı 100 adet General Motors hisse senedi almak için kullanmayı düşünür ve kendi aracısını arayıp piyasadaki fiyattan 100 senet "satın alma"sı için emir verir. Her iki aracı bu emirleri NYSE'deki temsilcilerine ileterek gerekli pazarlığa başlamalarını isterler. Tüm bunlar bir dakikadan daha kısa bir zaman içinde gerçekleşir.
Sonuçta öğretmen parasını mühendis de hisse senetlerini alır ve aracılarına gereken komisyonu öderler. Söz konusu işlem borsadaki diğer işlemler gibi açıkça yapılır ve sonuçlar ülkedeki her bir borsa kuruluşuna elektronik ortamda duyurulur.
Bu süreçte yaşamsal bir rol oynayan borsa "uzmanları" alım ve satım emirlerini ustaca uyuşturup piyasanın düzenli bir biçimde işlemesini sağlarlar. Yeterli alıcı ya da satıcı bulunmadığı durumlarda gerekirse uzmanlar kendileri de hisse senedi alır ya da satarlar.
Enerji endüstrisine ilişkin çok sayıda hisse senedinin kayılı bulunduğu ve daha küçük bir kuruluş olan Amerikan Menkul Kıymetler Borsası da Wall Sokağı bölgesindedir ve aşağı yukarı NYSE gibi çalışır. Diğer bazı büyük ABD kentlerinde de daha küçük bölgesel menkul kıymetler borsaları vardır.
En yoğun hisse senedi alışverişi Hisse Senedi Alım-Satımcıları Otomatikleştirilmiş Fiyat Ulusal Derneği (National Association of Securities Dealers Automated Quotation - NASDAQ) sistemi çerçevesinde yapılır. Tezgah üstü borsası denilen ve yaklaşık 5.240 değişik hisse senedinin alım-satımını düzenleyen bu kuruluş belirli bir mekanda faaliyet göstermez; hisse senedi ve bono alım-satımcılarının oluşturdukları bir elektronik iletişim ağıdır.
Tezgah üstü işlemleri denetleyen Hisse Senedi Aracıları Ulusal Derneği yasa dışı çalıştığı ya da borçlarını ödeyemez duruma geldiği anlaşılan şirketleri ya da aracıları sistemden uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Bahis konusu piyasada işlem gören hisse senetlerinin çoğu daha küçük ve daha istikrarsız şirketlere ait olduğu için NASDAQ diğer iki büyük borsadan daha riskli bir piyasa olarak bilinir. Buna karşılık yatırımcılara pek çok fırsat sunar. 1990'larda hızla büyüyen ileri teknoloji hisse senetlerinin çoğunluğu NASDAQ'ta işlem görmüştür.
BİR YATIRIMCILAR ÜLKESİ
Menkul kıymetler borsalarında eşi görülmemiş bir yükselmeye hisse senedi sahibi olmaktaki kolaylık da eklenince bireyler 1990'larda borsalarda büyük ölçüde işlem yapmaya başladılar. New York Borsası'nda ya da diğer adıyla "Büyük Tabela"da 1980'de bir yılda 11,4 milyar hisse el değiştirmişken bu sayı 1998'de 169 milyar oldu. 1989-1995 yılları arasında ABD'de doğrudan doğruya ya da emeklilik fonları gibi aracılar kullanarak hisse senedi sahibi olmuş bulunan ailelerin oranı toplamın yüzde 31'inden yüzde 41'ine yükseldi.
Bireylerin parasını alıp onlar adına çeşitli hisse senedi portföylerine yatırım yapan karşılıklı fonlar sayesinde halkın borsa faaliyetlerine katılması çok kolaylaştı. Karşılıklı fonlar kendilerini bu iş için yeterli bulmayan ya da binlerce hisse senedi arasında seçim yapmaya zamanı olmayan küçük yatırımcıların paralarını profesyoneller aracılığıyla değerlendirmelerine olanak yaratırlar. Sözü edilen kuruluşların elinde çeşitli hisse senedi gurupları bulunduğu için yatırımcıları bireysel hisselerin değerinde görülebilecek ani değişikliklere karşı belirli bir ölçüde korumuş olurlar.
Her biri değişik türde yatırımcıların gereksinimlerini ve önceliklerini karşılayacak biçimde düzenlenmiş düzinelerce karşılıklı fon vardır. Bazı fonlar kısa sürede gelir sağlamaya yönelikken bazıları da uzun vadede sermaye değeri yükselişi yaratmaya çalışırlar. Bazıları ihtiyatlı bir biçimde yatırım yaparlar; buna karşın, bazıları da daha büyük kazanç elde etmek umuduyla daha büyük risklere atılırlar. Bazılarının sadece belirli endüstrilere ya da yabancı şirketlere ait hisse senetleriyle ilgilenmelerine karşılık bazıları da değişken piyasa stratejileri uygularlar. Bahis konusu fonların sayısı 1980'de 524 iken 1998 sonunda 7.300'e fırladı.
Sağlıklı kazanç elde etmenin ve geniş bir seçenek alanına sahip olmanın çekiciliği nedeniyle Amerikalılar 1980'lerde ve 1990'larda karşılıklı fonlara büyük ölçüde yatırım yaptılar. 1990'ların sonlarında yatırımcıların karşılıklı fonlarda 5,4 trilyon dolarları vardı; bu fonlarda parası olan aile oranı da 1979'da yüzde 6'dan 1997'de yüzde 37'ye çıktı.
HİSSE SENEDİ FİYATLARI NASIL BELİRLENİR
Hisse senedi fiyatları çeşitli ögelerin hiçbir uzman tarafından sağlıklı olarak anlaşılamayacak ya da önceden kestirilemeyecek bir biçimde birleşmesi sonucunda belirlenir. Ekonomistlere göre fiyatlar genelde şirketlerin gelecekteki para kazanma kapasitelerini yansıtır.
Yatırımcılar gelecekte önemli kar edineceğini bekledikleri şirketlerin hisse senetlerine yönelirler; çok kişi bu gibi şirketlerin hisse senetlerini almak istedikleri için de söz konusu senetlerin fiyatı yükselir. Buna karşın, yatırımcılar geleceği pek parlak olmayan şirketlerin hisse senetlerini almaktan kaçınırlar; az sayıda birey böyle senetleri almak isteyeceği ve çok sayıda birey de onları elden çıkarmaya çalışacağı için fiyatlar düşer.
Yatırımcılar hisse senedi almaya ya da satmaya karar verirlerken iş çevrelerinin genel durumunu ve geleceğini, yatırım yapmayı düşündükleri şirketin parasal konumunu ve gelişme olasılıklarını incelerler ve hisse senedi getirilerinin geleneksel düzeyin altında mı üstünde mi olduğuna bakarlar. Faiz oranlarındaki eğilimler de hisse senedi fiyatlarını önemli ölçüde etkiler.
Faiz oranlarının yükselmesi genelde hisse senedi fiyatlarını düşürür; çünkü, bu kısmen ekonomik faaliyetlerdeki genel yavaşlamanın ve şirket karlarındaki azalmanın habercisidir, kısmen de yatırımcıların borsayı bırakıp yüksek faiz getiren başka alanlara yönelmelerini teşvik eder. Bunun aksine, faiz oranlarının düşmesi hem daha kolay borç alınabileceği ve daha hızlı büyüme sağlanabileceği anlamına geldiği hem de faiz getiren yeni alanların yatırımcılar açısından çekiciliğini yitirmesi sonucunu doğurduğu için çok kez hisse senedi fiyatlarının yükselmesine yol açar.
Buna karşılık, belirli başka ögeler durumu karmaşıklaştırır. İlk olarak, yatırımcılar genellikle o andaki getirileri göz önünde tutmak yerine belirsiz bir geleceğe yönelik beklentilerine uyarak hisse senedi alırlar. Bahis konusu beklentiler de çok kez mantıklı ve doğru olmayan çeşitli faktörlerin etkisinde kalır. Bu nedenle fiyatlar ve getiriler arasındaki kısa vadeli bağ çok zayıf olabilir.
İvme de hisse senedi fiyatlarını etkileyebilir. Fiyatların yükselmesi doğal olarak daha çok sayıda alıcıyı piyasaya çeker ve bunun üzerine fiyatlar daha da yükselir. Onları ileride daha da yüksek bir fiyatla satma beklentisi içinde hisse senedi alan spekülatörler de bu yükselme baskısını arttırırlar. Uzmanlar hisse senedi fiyatlarının sürekli yükselişini "ayı" piyasası olarak tanımlarlar. Spekülasyon humması daha fazla sürdürülemeyince fiyatlar düşmeye başlar. Fiyatların düşmesinden endişelenen yatırımcıların sayısı çoğalınca ellerindeki hisse senetlerini satmaya çalışırlar ve bu da düşüş eğilimini hızlandırır. Bu duruma ise "boğa" piyasası denir.
PİYASA STRATEJİLERİ
Ellerindeki hisse senetlerini uzun süre tutmaya razı olan yatırımcılar başka finansal yatırımlar yapmak yerine menkul kıymetler borsasına yönelince XX. Yüzyıl'ın büyük bir bölümünde daha yüksek gelir sağladılar.
Hisse senedi fiyatları kısa vadede çok oynak olabilir ve bu nedenle de borsadaki düşüş sırasında ellerindeki senetleri satan yatırımcılar kolayca zarara uğrayabilirler. Sözgelimi, Amerika'daki en büyük karşılıklı fon kuruluşlarından birinin ünlü bir eski başkanı olan Peter Lynch, 1998'de, ABD hisse senetlerinin geçmiş 72 yılın 20'sinde değer yitirdiğini söyledi. Lynch'e göre, borsanın 1929'daki çöküşünde değer yitiren hisse senetlerinin eski değerine yükselmesi için yatırımcıların 15 yıl beklemeleri gerekti.
Buna karşılık, ellerindeki senetleri 20 yıl ya da daha uzun süreyle bekleten bireylerin hiç kaybı olmadı. Federal hükümetin Genel Muhasebe Dairesi tarafından Kongre'ye sunulmak amacıyla hazırlanan bir incelemede, 1926'dan beri yaşanan en kötü 20 yıllık dönemde hisse senedi fiyatlarının yüzde 3 arttığı belirtildi. En iyi 20 yıl içindeyse fiyatlar yüzde 17 yükseldi. Bunun aksine, hisse senedi yerine en yaygın yatırım aracı olan 20 yıl vadeli tahvillerin getirisi yüzde 1'le yüzde 10 arasında değişti.
Anılan incelemelere dayanan ekonomistler çeşitli hisse senetlerini içeren bir portföy oluşturup uzun süre ellerinde tutan küçük yatırımcıların en yüksek getiriyi sağladıkları sonucuna varmışlardır. Buna karşın, bazı yatırımcılar kısa vadede daha yüksek gelir sağlayacaklarını umarak belirli riskleri göze alırlar. Bu amaçla da çeşitli stratejiler geliştirirler.
Teminat Karşılığı Hisse Senedi Alımı: Amerikalılar krediyle pek çok şey alırlar ve hisse senetleri de bunun dışında kalmaz. Belirli yatırımcılar yüzde elli 50 peşin ödeyip kalanı için de aracılarına borçlanarak "teminat karşılığı" hisse senedi satın alabilirler. Teminat karşılığı alınan hisse senetleri değer kazanırsa bu yatırımcılar onları satıp aracılarına olan borçlarını, faizleri ve komisyonu ödeyebilir ve yine de kar sağlayabilirler. Eğer senetler değer yitirirse aracı bir "teminat çağrısı" yapar ve yatırımcıyı hesabına ek para ödemeye zorlar ve böylelikle alacağı olan para hisse senetleri değerinin yarısından az bir miktarda kalır. Yatırımcı nakit ödeyemezse aracı senetlerin bir kısmını zararına satıp borcu karşılar.
Teminat karşılığı hisse senedi alımı bir tür finansal kaldıraçtır. Yüksek risk taşıyan işlemlere girişerek kumar oynamak isteyen spekülatörlere daha çok hisse senedi alma fırsatı yaratır. Eğar yatırıma ilişkin kararları doğruysa spekülatörler daha büyük bir kar elde edebilirler; fakat, piyasayı yanlış değerlendirirlerse daha büyük zarara uğrayabilirler.
ABD'nin merkez bankası olan Federal Rezerv Kurulu (çok kez "the Fed" adıyla tanınır) yatırımcıların satın alınacak hisse senedi için ödemeleri gereken para miktarını belirleyen en düşük teminat oranlarını saptar. Kurul bu oranları değiştirebilir. Eğer piyasanın canlanmasını amaçlıyorsa düşük oranlar belirler. Spekülatif alımları sınırlamak istediğinde de oranları yüksek tutar. Federal Rezerv Kurulu zaman zaman yüzde 100 ödeme yapılmasını talep eder; fakat, XX. Yüzyıl'ın son yirmi yılı süresince oranı daha çok yüzde 50'de tutmuştur.
Açığa Satış Yapmak
Bir başka spekülatör gurubu da "açığa satış yapanlar" diye bilinir. Belirli bir hisse senedinin değer yitireceğini düşünürlerse aracılarından ödünç aldıkları hisse senetlerini satıp onların yerine başka senetleri ileride açık piyasada daha düşük fiyatla alarak kar etmeyi umarlar. Söz konusu yöntem ayı piyasası oluştuğunda kar etme fırsatı verirse de hisse senedi alım-satımındaki en riskli yoldur. Eğer açığa satış yapan yatırımcı yanlış tahminde bulunmuşsa sattığı hisse senetleri birden değer kazanıp onun büyük zarar görmesine yol açabilir.
Opsiyon (Seçmeli Vadeli İşlem)
Pek fazla olmayan bir miktar nakit paraya finansal kaldıraç uygulamanın bir başka yolu da belirli bir hisse senedini ileride şimdiki fiyatına yakın bir fiyatla almak için "alım" opsiyonu sözleşmesi yapmaktır. Piyasadaki fiyat yükselirse alıcı opsiyon hakkını kullanıp hisse senetlerini bu daha yüksek fiyattan satarak kar edebilir ya da hisse senedinin fiyatı yükseldiği için kendi değeri de artmış olan opsiyon hakkını satabilir.
"Satım" opsiyonu sözleşmesi yapmak ise bunun tersine işler ve belirli bir hisse senedini ileride şimdiki fiyatına yakın bir fiyatla satma taahhüdü oluşturur. Açığa satış gibi satış opsiyonu da yatırımcıların piyasanın düşmesinden yararlanmalarını sağlar. Buna karşılık, fiyatlarda bekledikleri gelişmeler olmazsa yatırımcılar büyük zarara uğrayabilirler.
DÜZENLEYİCİLER
1934'te kurulmuş olan Menkul Kıymetler ve Borsalar Komisyonu (Securities and Exchange Commission - SEC) Birleşik Devletler'deki borsaların en başta gelen düzenleyicisidir. 1929'dan önce borsaları eyaletler düzenlemekteydiler; fakat, 1929 yılında borsadaki çöküşün Büyük Bunalım'ı başlatması bu yöntemin yetersiz olduğunu kanıtladı. 1933 tarihli Menkul Kıymetler Yasası ve 1934 tarihli Menkul Kıymetler Borsası Yasası küçük yatırımcıları sahtecilikten koruma ve şirketlerin mali raporlarını kolaylıkla anlamalarını sağlama konularında federal hükümete birbiri ardından önemli roller kazandırdı.
Komisyon bu amaçlara erişmek için bir düzenlemeler ağı uygular. Halka hisse senedi, bono ve başka senetler sunan şirketler SEC'e ayrıntılı bir mali kayıt belgesi vermek zorundadır ve bu bilgiler halka açıklanır. SEC bu belgelerin tam ve doğru olup olmadığına karar verir ve böylelikle yatırımcıların piyasadaki menkul kıymetler konusunda sağlam ve gerçekçi kararlar almaları güvence altına konulmuş olur.
SEC hisse senetleri çıkarıldıktan sonra da borsadaki işlemleri denetler ve fiyatlarla oynanmasını engelleyen yönetmeliklerin uygulanmasını sağlar; bu nedenle, aracılar, tezgah üstü piyasada işlem yapanlar ve borsaların kendileri SEC'ye kayıt yaptırmak zorundadırlar. Komisyon bunlara ek olarak şirketlerin hisse senetleri kendi elemanları tarafından alınıp satıldığında bunun da kamuya bildirilmesi zorunluluğu getirir; Komisyon'un görüşüne göre, bahis konusu "içerdekiler" kendi şirketleri hakkında özel bilgi sahibi sahibidirler ve onların yaptıkları hisse senedi alımları ya da satımları diğer yatırımcıların şirketin geleceğine ilişkin güvenleri konusundaki düşüncelerini etkileyebilir.
Kuruluş ayrıca içerdekilerin henüz yayınlanmamış bilgilere dayanarak alım-satım yapmalarını da engellemeye çalışır. SEC 1980'lerde sadece şirket üst düzey yetkililerini ve başkanlarını değil şirketlere ilişkin açıklanmamış bilgilere erişebilecek sıradan görevlilerin hatta şirket dışındaki avukatlar benzeri kişilerin yaptığı alışverişleri bile izlemeye başladı. SEC'de Başkan tarafından atanan beş komiser görev yapar. En fazla üç komiser aynı siyasi partinin üyesi olabilir; her yıl bir komiserin beş yıllık görev süresi sona erer.
Amerikan Ekonomisinin İşleyişi « Dünya Ekonomisi
Her ekonomik sistemde müteşebbisler ve yöneticiler mal ve hizmet üretmek ve dağıtmak amacıyla doğal kaynakları, emeği ve teknolojiyi bir araya getirirler. Buna karşın, anılan ögelerin düzenlenme ve kullanılma yöntemleri aynı zamanda bir ulusun politik ideallerini ve kültürünü de yansıtır.
Çok kez Birleşik Devletler'de "kapitalist" bir ekonomi bulunduğu söylenir. Bir Alman ekonomist ve toplumsal kuramcı olan Karl Marx tarafından XIX. Yüzyıl'da ortaya atılan bu tanımlamaya göre, bu sistemde önemli ekonomik kararların çoğunluğu, büyük miktarda paraya ya da sermayeye sahip olan küçük bir gurup tarafından alınır.
Marx, kapitalist ekonomilerin politik sisteme daha fazla güç tanıyan "sosyalist" düzenlerin karşıtı olduğunu ileri sürmekteydi. Marx ve yandaşlarının inancına göre, kapitalist ekonomilerde güç zengin iş adamlarının elinde toplanmakta ve onlar da temelde karlarını en yüksek düzeye çıkarmaya yönelmekte; buna karşın sosyalist ekonomilerde, olasılıkla daha kapsamlı hükümet kontrolü öne çıkarılmakta ve kardan çok politik amaçlara önem verilmekte, sözgelimi toplumun kaynaklarının daha eşit bir biçimde dağıtılması hedef alınmaktadır.
Aşırı biçimde basite indirgenmiş olan bu iki sistemin gerçeğe uyan ögeleri bulunmakla birlikte, bunlar günümüzde daha az geçerlidir. Eğer Marx'ın tanımladığı katışıksız kapitalizm var idiyse bile artık yok olmuştur; çünkü, Birleşik Devletler'de ve pek çok diğer ülkede hükümetler güç birikimlerini sınırlamak ve kontrolsuz özel ticari çıkarların neden olduğu toplumsal sorunların çoğuna çözüm getirmek amacıyla ekonomilerine müdahalede bulunmuştur. Bu yüzden, özel teşebbüsün yanı sıra hükümetin de önemli bir rol oynadığı Amerikan ekonomisini "karma" bir sistem olarak tanımlamak daha doğru sayılabilir.
Amerikalılar çok kez serbest teşebbüse yönelik inançları ile hükümet yönetimi arasındaki sınırın nereden geçeceği konusunda anlaşamazlarsa da geliştirdikleri karma ekonomi büyük ölçüde başarılı olmuştur.
ABD EKONOMİSİNİN TEMEL ÖGELERİ
Bir ülke ekonomik sisteminin ilk ögesi onun doğal kaynaklarıdır. Birleşik Devletler zengin maden kaynaklarına, verimli tarım arazisine ve ılımlı bir iklime sahiptir. Bunlara ek olarak, Atlas Okyanusu'nda, Büyük Okyanus'ta ve Meksika Körfezi'nde uzun kıyıları vardır. Anakaradan kıyılara uzun nehirler akmakta ve ABD-Kanada sınırında bulunan beş büyük göl de (Büyük Göller) ulaştırma için ek olanaklar sağlamaktadır. Anılan yaygın su yolları hem yıllar boyunca ülke ekonomisinin büyümesine yardım etti hem de Amerika'daki 50 eyaleti tek bir ekonomik birim olarak birbirine bağladı.
İkinci öge ise doğal kaynakları mala dönüştüren emektir. Çalışabilecek işçi sayısı ve daha da önemlisi onların üretkenliği bir ekonominin sağlamlığının belirlenmesinde yardımcı olur. Birleşik Devletler'in tarihi boyunca işgücü giderek büyüdü ve bu da neredeyse kesintisiz bir ekonomik büyümeyi besledi. 1. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasına kadar işçilerin çoğunluğu Avrupa'dan gelen göçmenlerle onların çocukları ve ataları Amerika'ya köle olarak getirilmiş bulunan Afrikalı-Amerikalılardı. XX. Yüzyıl'ın başlarında çok sayıda Asyalı Birleşik Devletler'e göç etti ve sonraki yıllarda da Latin Amerikalı göçmenler gelmeye başladı.
Birleşik Devletler'de işsizliğin yüksek olduğu bazı dönemler yaşandı ve bazan işgücünün yetersiz kaldığı günler geçtiyse de göçmenler iş olanakların bol bulunduğu zamanlarda gelme eğilimi gösterdiler. Çok kez yerli işçilerden daha düşük ücretler karşılığı çalışmaya hazır bulunmalarına karşın genelde geldikleri ülkelerdekinden çok daha fazla kazanıp refaha kavuştular. Ülke de giderek zenginleşti ve böylelikle daha fazla göçmeni kaldırabilecek düzeye erişti.
Bir ülkenin ekonomik başarısı için emeğin niteliği de -bireylerin ne kadar yoğun çalışmaya razı ve ne kadar becerili oldukları - en az işçi sayısı kadar önemlidir. Birleşik Devletler'in ilk günlerinde görülen sınır bölgeleri yaşantısı çok yoğun çalışmayı gerektiriyordu ve Protestan çalışma ahlakı olarak bilinen nitelik de bu eğilimi güçlendirmişti. Teknik eğitim ile meslek eğitimini de içeren öğretime verilen önem ve denemeye ve değişmeye yönelik istek Amerika'nın ekonomik başarısına ayrıca katkıda bulundu.
İşgücünün hareketliliği de Amerikan ekonomisinin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği açısından önemli oldu. Doğu Kıyısı'ndaki iş piyasasını göçmenler doldurunca önemli sayıda işçi çok kez ülkenin iç kesimlerinde sürülmeyi bekleyen çiftliklerde çalışmaya gitti. Aynı şekilde XX. Yüzyıl'ın ilk yarısında, Kuzey'deki endüstrileşmiş kentler de Güney çiftliklerinde çalışan siyah Amerikalıları çekti.
İşgücünün niteliği önemli bir konu olmayı sürdürmektedir. Günümüzde Amerikalılar, "insan sermayesi"nin pek çok modern ileri teknoloji endüstrisinde başarı sağlamak için bir anahtar olduğunu düşünmektedir. Bunun sonucu olarak, hükümet ileri gelenleri ve iş çevresi yetkilileri bilgisayar ve telekomünikasyon gibi yeni endüstrilerin gereksinim duyduğu türde kıvrak zekayı ve uyum sağlamaya yatkın beceriyi işçilere kazandıracak öğretim ve eğitimin önemini vurgulamaktadır.
Bunlara karşın, doğal kaynaklar ve emek ekonomik sistemin sadece bir kesimini oluşturmaktadır. Bu kaynaklar elden geldiğince etkin bir biçimde düzenlenmeli ve yönlendirilmelidir. Amerikan ekonomisinde piyasadan gelen verilere göre çalışan yöneticiler bu işlevi yerine getirirler. Amerika'daki geleneksel yönetim yapısını yukarıdan aşağıya uzayan bir komuta zinciri oluşturur; yetki, tüm işin düzenli ve etkin bir biçimde yürümesini güvence altına alan yönetim kurulu başkanından başlayıp teşebbüsün çeşitli bölümlerinin eşgüdümünü sağlamakla yükümlü olan daha aşağı düzeydeki yönetim birimlerinden geçer ve fabrikadaki usta başına kadar akar. Çok sayıda iş çeşitli bölümler ve işçiler arasında paylaştırılmıştır. XX. Yüzyıl'ın başlarında, Amerika'daki bu uzmanlaşma ya da işbölümünün sistematik çözümlemelere dayanan "bilimsel yönetim"i yansıttığı söylenirdi.
Teşebbüslerin pek çoğu bu geleneksel yapı içinde çalışmakla birlikte bazıları da yönetim konusunda değişen görüşler benimsedi. Giderek yoğunlaşan küresel rekabetle karşılaşan Amerikan teşebbüsleri, özellikle, kalifiye işçi çalıştıran ve hızla gelişmek, değişmek ve hatta sipariş üzerine mal üretmek zorunda kalan ileri teknoloji endüstrilerinde daha esnek bir örgüt yapısı oluşturmaya çalışmaktadır. Aşırı hiyerarşinin ve işbölümünün yaratıcılığı önlediği yolundaki inanış her geçen gün daha yoğunlaşmaktadır. Bunun sonucu olarak da pek çok şirket örgüt yapısını "yassıltmış", yönetici sayısını azaltmış ve birkaç iş dalında birden çalışan ekiplere daha fazla yetki aktarmıştır.
Doğal olarak, yöneticilerin ve ekiplerin birşeyler üretebilmek için bir teşebbüs olarak örgütlenmeleri gereklidir. Birleşik Devletler'de anonim şirketlerin, yeni bir teşebbüse girişmek için gerekli parayı toplamak ya da mevcut bir teşebbüsü büyütmek konusunda etkili bir araç olduğu kanıtlanmıştır. Anonim şirket, hisse senedi sahibi diye bilinen bir gurubun gönüllü olarak oluşturduğu, karmaşık kurallara ve geleneklere göre yönetilen bir ekonomik teşebbüstür.
Anonim şirketlerin mal ya da hizmet üretebilmek için parasal kaynaklara gereksinimi vardır. Gerekli sermayeyi oluşturmak amacıyla genelde sigorta şirketlerine, bankalara, emekli sandıklarına, bireylere ve diğer yatırımcılara hisse senedi (varlıklarından pay) ya da bono (uzun vadeli borç) satarlar. Özellikle bankalar gibi bazı kurumlar da anonim şirketlere ve diğer teşebbüslere borç verirler. Federal hükümet ve eyalet hükümetleri bu finansman sisteminin güvenliğini ve güvenilirliğini garantilemek ve yatırımcıların sağlıklı karar verebilmelerine yönelik serbest bilgi akışını sağlamak amacıyla ayrıntılı kurallar ve düzenlemeler geliştirmişlerdir.
Gayrı safi milli hasıla (GNP), belirli bir yıl üretilen mal ve hizmet düzeyini belirler. Birleşik Devletler'de GNP düzenli bir biçimde artmış ve 1983'te 3,4 trilyon doların üstündeyken 1998'de yaklaşık 8,5 trilyon dolar olmuştur. Bu veriler ekonominin sağlığını ölçmeye yararsa da, ulusun durumunu her açıdan ölçemez. Gayrı safi milli hasıla bir ekonominin ürettiği mal ve hizmetlerin piyasa değerini gösterir; fakat, bir ulusun yaşam niteliğini ortaya koyamaz. Sözgelimi, bireysel mutluluk ve güvenlik, temiz bir çevre ve sağlık gibi bazı önemli değişkenler tümüyle bu göstergenin dışında kalır.
KARMA BİR EKONOMİ: PİYASANIN ROLÜ
Birleşik Devletler'de bir karma ekonomi olduğu söylenir; çünkü, hem bireysel teşebbüsler hem de hükümet önemli rol oynar. Gerçekten de Amerikan ekonomi tarihindeki en kalıcı tartışmalardan bazıları özel sektörle kamu sektörünün rolleri üzeride odaklanmıştır.
Amerikan serbest teşebbüs sistemi bireysel iş sahipliğini öne çıkarır. Ülkede mal ve hizmetlerin en büyük kısmını özel teşebbüs üretir ve toplam ekonomik üretimin üçte ikisi özel kullanım amacıyla bireylere giderken, üçte biri de hükümet ve iş çevreleri tarafından satın alınır. Tüketicinin rolü gerçekten o kadar büyüktür ki zaman zaman ülkede bir "tüketici ekonomisi" bulunduğu ileri sürülür.
Bireysel iş sahipliğine verilen bu önem kısmen Amerikalıların kişisel özgürlüğe olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Ulus yaratıldığından beri Amerikalılar aşırı hükümet gücünden korkmuşlar ve hükümetin bireyler üzerindeki yetkisini, ekonomik alandaki rolünü de içermek üzere, sınırlamaya çalışmışlardır. Buna ek olarak Amerikalılar genelde, özel iş sahipliği özelliği taşıyan bir ekonominin, hükümetin iş sahibi olmasını öne çıkaran bir ekonomiden daha etkin çalışacağına inanmaktadırlar.
Neden? Amerikalıların inancına göre, ekonomik güçlere müdahale edilmezse, mal ve hizmetlerin fiyatını arz ve talep belirler. Buna karşılık fiyatlar da, iş çevrelerinin neler üretmesi gerektiğini belirler; eğer halk bir malı ekonominin ürettiğinden daha çok miktarda almak isterse o malın fiyatı yükselir. Bu gelişme yeni şirketlerin ya da diğerlerinin dikkatini çeker ve kar sağlama fırsatı sezdikleri için o malı daha çok üretmeye başlarlar.
Buna karşılık, eğer halk bir malı daha az miktarda almak isterse fiyatlar düşer ve rekabete dayanamayan üreticiler ya işlerine son verir ya da başka mallar üretmeye başlar. Bu gibi sistemlere piyasa ekonomisi adı verilir. Bunun aksine sosyalist bir ekonomi, hükümetin daha çok iş sahibi olması ve merkezi planlama özelliği taşır. Amerikalıların çoğunluğu, vergi gelirlerine bağlı bulunan hükümetlerin fiyat değişmelerine özel sektörün yaptığı kadar önem vermeyeceklerini ya da piyasa güçlerinin gerektirdiği disiplinin etkisini duymayacaklarını düşündükleri için, sosyalist ekonomilerin doğal olarak daha verimsiz kalacağına inanırlar.
Buna karşın serbest teşebbüs de sınırlamalarla karşı karşıyadır. Amerikalılar, belirli hizmetlerin özel sektöre oranla kamu tarafından daha iyi sağlanacağına her zaman inanmışlardır. Sözgelimi Birleşik Devletler'de hükümet, yargının, çok sayıda özel okul ve eğitim merkezi bulunmasına karşın öğretimin, karayolu ağının, toplumsal istatistik yayınlarının ve ulusal savunmanın yönetilmesinden birinci derecede sorumludur. Buna ek olarak, fiyat sisteminin iyi yürümediği durumlarda hükümetin gerekli düzeltmeleri yapmak amacıyla müdahalede bulunması da istenir.
Sözgelimi "doğal tekelleri" düzen altına alır ve piyasa güçlerini bastıracak ölçüde kuvvetlenen diğer işletme guruplaşmalarını denetlemek ya da dağıtmak için antitröst yasaları uygular. Hükümet ayrıca piyasa güçlerinin erişemeyeceği sorunlara da el atar.
Özel yaşantılarında sorunlar olması ya da ekonomideki dalgalanmalar nedeniyle işsiz kalmaları yüzünden sıkıntıya düşen bireylere sosyal yardım ya da işsizlik sigortası olanakları sağlar; yaşlılara ve yoksullara yapılan sağlık yardımlarının büyük kısmını karşılar; hava ve su kirliliğinin azaltılması amacıyla özel endüstriyi denetler; doğal afetler yüzünden kayba uğrayan bireylere düşük faizli borç verir. Hükümet, bunların yanı sıra özel teşebbüsün başa çıkamayacağı kadar masraflı olan uzay araştırmalarında da baş rolü oynamıştır.
Bireyler, sadece tüketici olarak yaptıkları seçimlerle değil, ekonomik politikayı şekillendiren yetkililere verdikleri oylarla da bu karma ekonominin yönlendirilmesine yardım ederler. Tüketiciler geçtiğimiz yıllarda, ürün güvenliğine, belirli endüstriyel uygulamaların çevrede yarattığı tehditlere ve vatandaşların karşılaşmaları olasılığı bulunan belirli sağlık tehlikelerine yönelik endişelerini dile getirdiler; hükümet bunlara yanıt olarak tüketicilerin çıkarlarını güvence altına almak ve sosyal güvenliği geliştirmek amacıyla daireler kurdu.
ABD başka değişimler de geçirdi. Nüfus ve işgücü dramatik bir biçimde çiftliklerden kentlere, tarlalardan fabrikalara ve, en önemli olarak ta, hizmet endüstrilerine yöneldi, Günümüz ekonomisinde bireysel hizmet ve kamu hizmeti sağlayanların sayısı tarımsal ve mamul mal üretenlerin sayısından çok daha fazladır. İstatistiklere göre, kendi işine sahip olanlar, son yüzyıl boyunca ekonomi karmaşıklaştıkça büyük ölçüde başkaları için çalışma eğilimine girmişlerdir.
HÜKÜMETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ
Ekonomiye biçim veren kararların büyük çoğunluğu tüketiciler ve üreticiler tarafından alınmakla birlikte, hükümetin ABD ekonomisi üzerinde en az dört alanda büyük etkisi olmaktadır.
İstikrar ve Büyüme. Federal hükümet belki de en başta, sürekli büyümeyi, yüksek istihdam düzeyini ve fiyat dengesini sağlamaya çalışarak ekonomik faaliyetin genel hızını ayarlamaktadır. Harcama ve vergi oranlarını düzenlemek (maliye politikası) ya da para arzını yönetmek ve kredi kullanımını kontrol etmek (para politikası) yoluyla ekonominin büyüme hızını azaltıp çoğaltabilir ve böylelikle de fiyat ve istihdam düzeyini etkileyebilir.
1930'ların Büyük Bunalım'ını izleyen yıllarda uzun zaman, ekonomik daralmalar, yani yavaş ekonomik gelişme ve yüksek işsizlik dönemleri, en büyük tehdit olarak görüldü. Daralma tehlikesinin en ciddi görüldüğü günlerde hükümet, kendisi büyük ölçüde harcama yaparak ya da tüketicilerin daha çok harcamalarını sağlamak amacıyla vergileri azaltarak ve para arzının hızla artmasını teşvik ederek ekonomiyi güçlendirmeye çalıştı.
1970'lerde özellikle enerji alanındaki fiyatların büyük ölçüde artması güçlü bir enflasyon - fiyat düzeyinde genel yükselme - korkusu yarattı. Bunun sonucunda hükümet ileri gelenleri, ekonomik daralmayla savaşacakları yerde enflasyonu sınırlamak amacıyla harcamaları kısmaya, vergi kesintilerine direnmeye ve para arzındaki artışları sınırlamaya başladılar.
Ekonomide istikrar sağlamaya yönelik en iyi önlemlerin neler olduğu konusundaki görüşler 1960'larla 1990'lar arasında önemli biçimde değişti. Hükümet 1960'larda maliye politikasına, yani ekonomiyi etkilemek için hükümet gelirleriyle oynamaya büyük ölçüde güveniyordu. Harcamalar ve vergiler Başkan ve Kongre tarafından kontrol edildiği için, seçimle göreve gelen bu yetkililer ekonomiyi yönlendirmede büyük rol oynadılar.
Yüksek enflasyon, yaygın işsizlik ve muazzam bütçe açıkları yaşanan bir dönem nedeniyle, genel ekonomik faaliyetlerin hızını düzenlemede maliye politikasının en iyi yöntem olduğu yolundaki güven sarsıldı. Bunun yerine, faiz oranları gibi araçlar kullanarak ülkedeki para arzını kontrol altında tutmaya yönelen para politikaları giderek artan bir önem kazandı. Maliye politikası, Başkandan ve Kongre'den büyük ölçüde bağımsız olan ve Federal Rezerv Kurulu adıyla tanınan merkez bankası tarafından yönetilmektedir.
Düzenleme ve Kontrol. ABD federal hükümeti özel teşebbüsü çeşitli biçimlerde düzenler. Düzenleme de iki genel sınıfa ayrılır. Ekonomik düzenlemeyle fiyatların doğrudan ya da dolaylı olarak kontrolü amacı güdülür. Hükümet geleneksel olarak, elektrik üretim şirketleri gibi tekellerin makul oranlardan fazla kar elde etmek için fiyatları yükseltmelerini engellemeye çalışır.
Hükümet zaman zaman diğer endüstri alanlarında da ekonomik kontrol uygulamıştır. Büyük Bunalım'ı izleyen yıllarda, hızla değişen arz ve talep karşısında kontrolsüz biçimde dalgalanma eğilimi gösteren tarımsal mal fiyatlarında istikrar sağlayabilmek amacıyla karmaşık bir yöntem oluşturuldu. Karayolu taşımacılığı şirketleri ve daha sonraları da havayolları gibi bazı teşebbüsler zararlı olacağını düşündükleri fiyat indirimlerine gitmemek için kendiliklerinden hükümet düzenlemesi talebinde bulundular ve bunu elde ettiler.
Bir başka ekonomik düzenleme biçimi olan antitröst yasalar uygulanarak da piyasa güçlerinin sağlamlaştırılmasına ve böylelikle doğrudan düzenleme yapmaya gereksinim kalmamasına çalışılır. Hükümet ve bazan da özel işletmeler, rekabeti gereksiz biçimde sınırlayabilecek uygulamaları ya da şirket birleşmelerini yasaklamak amacıyla antitröst yasalara başvururlar.
Hükümet özel şirketleri halkın sağlığını korumak ya da temiz ve sağlıklı bir çevre sağlamak gibi toplumsal amaçlarla da kontrol eder. Sözgelimi ABD Besin Maddeleri ve İlaçlar İdaresi zararlı ilaçları yasaklar; Mesleksel Tehlikeler ve Sağlık İdaresi işçileri çalışırken karşılaşabilecekleri bedensel zararlara karşı korur; Çevre Koruma İdaresi de su ve hava kirliliğini kontrol amacı güder.
Amerikalıların hükümet düzenlemeleri karşısındaki tutumları XX. Yüzyıl'ın son otuz yılı içinde büyük ölçüde değişti. 1970'lerin ilk yıllarında politika yapıcıları, ekonomik düzenlemelerin etkin olmayan şirketleri havayolu ve kara taşımacılığı gibi endüstrilerden yararlanan tüketiciler aleyhine koruduğundan gittikçe daha fazla endişe duymaya başladılar. Aynı zamanda teknolojik değişiklikler de daha önceleri doğal tekel oldukları düşünülen telekomünikasyon gibi endüstrilerde yeni rakipler yarattı. Bu gelişmeler de düzenlemeleri gevşetecek bir dizi yasa çıkarılmasına yol açtı.
Her iki siyasal partinin liderleri 1970'ler, 1980'ler ve 1990'larda düzenlemelerde genel bir yumuşamaya gidilmesini benimsedilerse de, toplumsal amaçlar sağlamaya yönelik düzenlemeler konusunda daha zayıf bir görüş birliği vardı. Toplumsal amaçlı düzenlemeler Büyük Bunalım'ı ve İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda ve daha sonra da 1960'larda 1970'lerde giderek büyüyen bir önem kazanmıştı.
Buna karşın 1980'lerde Ronald Reagan'ın başkanlık yıllarında hükümet düzenlemelerin serbest teşebbüsü engellediğini, işletme maliyetlerini yükselttiğini ve böylelikle de enflasyonu körüklediğini iddia ederek, işçileri, tüketicileri ve çevreyi korumaya yönelik düzenlemeleri yumuşattı. Yine de pek çok Amerikalı belirli olaylar ya da eğilimlere karşı yakınmayı sürdürdü ve hükümet, çevre korunmasını da içeren bazı alanlarda yeni düzenlemelere gitmek zorunda kaldı.
Bu arada bazı vatandaşlar da seçimle göreve gelen yetkililerin belirli sorunlara yeterli çabukluk ya da güçle yönelmediklerini ileri sürerek mahkemelere başvurdular. Sözgelimi 1990'larda bireyler ve giderek hükümetin kendisi de sigara içmenin sağlığa karşı tehlike oluşturduğu gerekçesiyle tütün şirketleri aleyhine dava açtılar. Uzun vadeli ödemeleri gerektiren büyük bir parasal uzlaşma sonucu sigara içmeyle ilişkili hastalıkların tedavi giderlerini eyaletlerin karşılamasına olanak sağlandı.
Doğrudan Hizmet
Her düzeydeki hükümet pek çok doğrudan hizmet sağlamaktadır [Ç.N.: ABD yönetim sisteminde Federal Hükümetin altında Eyalet Hükümetleri ve Yerel Hüküğmetler vardır]. Sözgelimi federal hükümet ulusal savunmadan sorumludur; çok kez yeni ürünlerin geliştirilmesine yol açan araştırmaları destekler; uzay araştırmalarını yönetir; işçilerin iş başında beceri sağlamalarını ve iş bulmalarını kolaylaştırmak amacıyla onlara yardımcı olur. Hükümet harcamalarının yerel ve bölgesel ekonomiler ve hatta ekonomik faaliyetlerin genel hızı üzerinde önemli etkileri vardır.
Buna karşılık eyalet hükümetleri de pek çok karayolunun yapımından ve bakımından sorumludur. Eyalet, ilçe ya da kent yönetimleri devlet okullarının finansmanında ve işletilmesinde önde gelen bir rol oynarlar. Yerel hükümetler polis ve itfaiye çalışmalarının baş sorumlusudur. Federal düzeyde alınan kararlar genelde en büyük ekonomik etkiyi taşımakla birlikte yukarıda anılan alanlardaki hükümet harcamaları da yerel ve bölgesel ekonomiler üzerinde etkili olur.
1997'de federal hükümetin, eyalet hükümetlerinin ve yerel yönetimlerin toplam harcamaları gayrı safi milli hasılanın yaklaşık yüzde 18'ini oluşturmuştur.
Doğrudan Yardım
Hükümet bunların yanı sıra işletmelere ve bireylere doğrudan çeşitli türde yardım da yapar. Küçük işletmelere düşük faizli borç verir ve teknik yardımda bulunur; üniversitede okumak isteyen öğrencilere de düşük faizli kredi açar. Hükümet destekli teşebbüsler kredi kurumlarının elindeki ipotek belgelerini satın alıp bunları yatırımcılar tarafından alınıp satılabilecek borç senetlerine dönüştürür ve böylelikle konut kredisi verilmesini teşvik eder. Hükümet ayrıca ihracatı da etkin biçimde destekler ve yabancı ülkelerin ithalatı sınırlayıcı ticaret engelleri getirmelerini önlemeye çalışır.
Hükümet kendilerine yeterince bakamayan bireylere de destek olur. İşverenlerden alınan bir vergiyle finanse edilen Sosyal Güvenlik programı Amerikalıların büyük bir kesiminin emeklilik gelirlerini sağlar. Medicare programı sayesinde yaşlıların pek çok tedavi gideri karşılanır.
Mediacaid programı da düşük gelirli ailelerin sağlık giderlerini finanse eder. Çok eyalette hükümet ruh hastalarının ya da önemli bedensel engelleri olan bireylerin bakımı amacıyla kurumlar işletir. Federal hükümet yoksul ailelerin besin maddesi almalarına yardımcı olmak için Yiyecek Pulları çıkarır; federal hükümet ve eyalet hükümetleri çocuklu yoksul ailelere destek amacıyla ortaklaşa sosyal yardım bağışlarında bulunur.
Aralarında Sosyal Güvenlik de bulunan bu programların pek çoğunun kökü, 1933-1945 yılları arasında görev yapmış olan Başkan Franklin D. Doosevelt'in "Yeni Düzen" programlarına kadar uzanır. Roosevelt'in reformlarının anahtarı, yoksulluğa bireysel ahlak bozukluklarının değil toplumsal ve ekonomik nedenlerin yol açtığı inancıydı. Anılan görüş, kökü New England Püritenizmi'nde yatan genel inancı reddediyordu; bu inanca göre, başarı Tanrı'nın lutfunun, başarısızlıksa Tanrı'nın hoşnutsuzluğunun simgesiydi. Bu yeni görüş Amerikan toplumsal ve ekonomik düşüncesinde önemli bir dönüşüm oluşturuyordu. Buna karşın günümüzde bile, özellikle sosyal yardıma ilişkin belirli sorunlarda yukarıda anılan eski inançların izleri görülebilmektedir.
Aralarında Medicare ve Medicaid'in de bulunduğu, bireylere ve ailelere yönelik pek çok yardım programına ise 1960'larda Başkan Lyndon Johnson'un (1963-1969) "Yoksullukla Savaş" günlerinde başlandı. Bahis konusu programların bazıları 1990'larda parasal güçlüklerle karşılaştı ve çeşitli reform önerileri ortaya atıldıysa da Birleşik Devletler'deki her iki büyük parti de onları desteklemeyi sürdürdü. Buna karşılık programların muhalifleri, işsiz ama sağlıklı bireylere sosyal yardım yapmanın onlarda sorunlara çözüm arama isteği yerine bağımlılık yaratacağını iddia ettiler. Başkan Bill Clinton (1993-2001) yönetiminde 1996'da onaylanan reform yasaları, sosyal yardım alabilmek için bireylerin çalışmakta olmaları koşulunu getirmekte ve yardım sürelerine de sınırlamalar koymaktadır.
YOKSULLUK VE EŞİTSİZLİK
Amerikalılar ekonomik sistemleriyle gururlanırlar ve onun vatandaşların iyi bir yaşam sağlamaları için fırsat yarattığına inanırlar. Buna karşın, ülkenin pek çok yöresinde yoksulluğun inatla sürmekte olduğu gerçeği onların bu inancına gölge düşürmektedir. Hükümetin yoksullukla savaş çabaları belirli bir ilerleme sağladıysa da sorunu ortadan kaldıramadı. Aynı şekilde, güçlü bir ekonomik büyüme yaşanan dönemler de yeni iş olanakları yarattı ve yoksulluğu azalttı ama tümüyle yok edemedi.
Federal hükümet dört kişilik bir ailenin temel geçimini sağlamak için gerekli asgari bir gelir miktarı saptar. Bunun düzeyi hayat pahalılığına ve ailenin yaşadığı bölgeye bağlı olarak değişebilir. 1998'de yıllık geliri 16.530 doların altında olan dört kişilik bir aile yoksul sayılıyordu.
Yoksulluk sınırının altında yaşayan birey oranı 1959'da yüzde 22,4 iken 1978'de yüzde 11,4'e düştü; ancak, ondan sonra çok dar bir sınır içinde oynadı ve 1998'de yüzde 12,7 olarak gerçekleşti.
Kaldı ki toplam oranlar çok daha büyük yoksulluk çekilen yerleşim birimlerini gizlemektedir. 1998'de Afrikalı-Amerikalıların dörtte birinden fazlası (yüzde 26,1) yoksulluk içinde yaşıyordu; bu oran huzursuzluk yaratacak kadar yüksek olmakla birlikte tüm siyahların yüzde 31'inin yoksul tanımına girdiği 1979'a göre bir ilerleme sayıldı ve 1959'dan beri en düşük yoksulluk oranını oluşturdu. Özellikle evli olmayan annelerin bakmakla yükümlü bulunduğu aileler yoksulluğa maruz kalmaktadır. Kısmen bu gerçeğin sonucu olarak 1997'de yaklaşık beş çocuktan biri (yüzde 18,9) yoksuldu. Yoksulluk oranı Afrikalı-Amerikalı çocuklar arasında yüzde 36,7 ve İspanyol kökenliler arasında da yüzde 34,4'tü.
Bazı uzmanlar resmi istatistiklerin yoksulluğu gerçek boyutlarından daha fazla gibi gösterdiğini, çünkü sadece parasal geliri hesaba katıp Besin Pulu, sağlık yardımı ve sosyal konutlar gibi hükümet yardımlarını göz ardı ettiğini ileri sürmektedirler. Buna karşın diğer bazıları da anılan programların bir ailenin tüm beslenme ve sağlık gereksinimlerinin pek azını karşılayabildiğini ve bir sosyal konut açığı bulunduğunu iddia etmektedirler.
Bazılarına göre ise gelirleri yoksulluk sınırının üzerinde olan belirli aileler bile iskan, sağlık ve giyim gibi gereksinimlerini karşılamak amacıyla beslenme giderlerini kısmakta ve bu nedenle de açlık çekmektedir. Yine bazı uzmanlar da yoksulluk düzeyindeki bireylerin zaman zaman geçici işlerde ve ekonominin "yer altı" sektöründe çalışıp para kazandıklarını ve bunların da resmi istatistiklere yansımadığını söylemektedirler.
Ne olursa olsun, Amerikan ekonomik siteminin kazanımları eşit dağıtmadığı açıktır. Washington'da kurulu bir araştırma örgütü olan Ekonomik Politika Enstitüsü'ne göre 1997'de Amerikan ailelerinin en zengin beşte birinin geliri toplam ulusal gelirin yüzde 47,2'sini oluşturmaktaydı. Bunun aksine, en yoksul beşte bir toplam ulusal gelirin sadece yüzde 4,2'sini ve en yoksul yüzde 40 ta yüzde 14'ünü elde etmekteydi.
Amerikan ekonomisinin genelde gönençli olmasına karşılık, eşitsizliğe yönelik endişeler 1980'lerde ve 1990'larda da sürdü. Küresel rekabetin giderek artması sonucu pek çok geleneksel imalat endüstrisi işçisi tehdit altında kaldı ve ücretleri durağanlaştı. Aynı zamanda federal hükümet de düşük gelirli aileleri daha varlıklı olanlara karşı kollayan vergi politikalarından uzaklaştı ve iyi durumda bulunmayanlara yardım amacıyla yürütülen çok sayıda toplumsal programın bütçelerini kıstı. Bu arada daha varlıklı aileler de hızla gelişen sermaye piyasasında sağlanan kazancın pek çoğunu elde ettiler.
1990'ların sonlarına doğru özellikle daha yoksul işçilerin gelirleri artmaya başlayınca, yukarıda belirtilen durumun tersine dönmeye başladığını gösteren belirtiler ortaya çıktı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde yine de bu eğilimin sürüp sürmeyeceğini belirlemek için henüz çok erkendi.
HÜKÜMETİN BÜYÜMESİ
ABD Hükümeti Başkan Franklin Roosevelt yönetiminden başlayarak büyük ölçüde büyüdü. Roosevelt'in Yeni Düzeni'nde, Büyük Bunalım'ın yarattığı işsizliğe ve sıkıntılara son verme çabası nedeniyle pek çok yeni federal program yaratıldı ve var olanların çoğu da yaygınlaştırıldı. Birleşik Devletler'in İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dünyanın en önemli askeri gücü olarak yükselmesi de hükümetin büyümesini besledi.
Savaş sonrası dönemde kentsel ve banliyö yerleşim bölgelerinin büyümesi de kamu hizmetlerinin yayılmasına olanak sağladı. Eğitim konusunda daha yaygın beklentilerin başlaması hükümetin okullara ve üniversitelere önemli yatırımlar yapmasına yol açtı. Bilimsel ve teknolojik ilerlemelere yönelik muazzam bir ulusal baskı 1960'larda yeni kuruluşlar yarattı ve uzay araştırmalarından sağlık konularına kadar yayılan bir alanda büyük kamu yatırımlarına girişilmesini gerektirdi. Çok sayıda Amerikalının XX. Yüzyıl'ın başlarında var olmayan sağlık ve emeklilik programlarına gittikçe daha fazla bağımlı duruma gelmeleri de federal harcamaları büyük ölçüde arttırdı.
Pek çok Amerikalının Washington'daki federal hükümetin kontrolsüz ölçüde şiştiğini düşünmelerine karşın istihdam istatistikleri bunun böyle olmadığını göstermektedir. Hükümette çalışanların sayısı büyük ölçüde artmışsa da bu daha çok eyaletlerde ve yerel düzeyde olmuştur. 1960-1990 arasında eyalet hükümetlerinde ve yerel yönetimlerde çalışanların sayısı 6,4 milyondan 15,2 milyona yükselirken, federal hükümetteki sivil görevli sayısı 2,4 milyondan sadece 3 milyona çıkmıştır.
Federal işgücü azaltmalar sonunda 1998'de 2,7 milyona düşmüş, fakat eyalet hükümetleri ve yerel yönetimlerin çalıştırdığı görevli sayısı 1998'de yaklaşık 16 milyon olmuş ve anılan azaltma düzeyini çok aşmıştır. (Birleşik Devletler'in Vietnam savaşıyla uğraştığı sırada askerde olan Amerikalıların sayısı 1968'de yaklaşık 3,6 milyona erişmiş ve bu sayı 1998'de 1,4 milyona inmiştir.)
Hükümetin sağladığı yaygın hizmetlere yönelik ödemelerin yapılabilmesi için gittikçe artan vergi yükü, Amerikalıların "büyük hükümet" karşısındaki genel hoşnutsuzluğu ve kamu görevlisi sendikalarının yoğunlaşan gücü nedeniyle 1970'lerde, 1980'lerde ve 1990'larda çok sayıda politika yapıcısı, gerekli hizmetleri sağlayacak en etkin kurumun hükümet olup olmadığını sorgulamaya başladı. Hükümetin belirli görevlerinin özel sektöre devredilmesi yöntemini tanımlamak için "özelleştirme" deyimi ortaya atıldı ve dünya çapında hızla kabul gördü.
Birleşik Devletler'de özelleştirme özellikle belediyelerde ve bölgesel düzeyde görüldü. New York'da New York, California'da Los Angeles, Pennsylvania'da Philadelphia, Texas'da Dallas ve Arizona'da Phoenix gibi büyük ABD kentlerinde, sokak lambalarının onarımından katı atıkların toplanmasına ve bilgi işlemden hapishanelerin yönetilmesine kadar değişen ve önceleri doğrudan belediyelerin kendilerinin yaptıkları pek çok çalışma özel şirketlere ya da kar amacı gütmeyen diğer kuruluşlara verilmeye başlandı. Bu arada bazı federal kuruluşlar da özel teşebbüs gibi çalışma yolunu seçti; sözgelimi Birleşik Devletler Posta Servisi faaliyetlerini yürütmek için genel vergilere değil kendi gelir kaynaklarına başvurur.
Bunlara karşın kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi hala çok çelişkili bir konu oluşturmaktadır. Yandaşları, özelleştirmenin maliyeti düşürdüğü ve özel sektörün üretkenliğini arttırdığı konusunda ısrar ederken, diğerleri aksini savunmakta, müteahhitlerin kar elde etmek istediklerini ve pek de üretken olmadıklarını ileri sürmektedirler.
Kamu sektöründeki sendikalar doğal olarak özelleştirmelerin pek çoğuna hararetle karşı çıkmakta ve müteahhitlerin ihaleyi kazanmak için çok düşük teklif verdikten sonra maliyeti önemli ölçüde arttırdıklarını kanıtlayan belirli örnekler bulunduğunu ileri sürmektedirler. Yandaşları ise, özelleştirme rekabete yol açarsa etkinliğin de artacağını savunmaktadırlar. Belirli durumlarda özelleştirme tehdidi yerel hükümet çalışanlarını daha etkin olmaya bile teşvik edebilir.
Düzenlemelere, hükümet harcamalarına ve sosyal yardım reformuna ilişkin tartışmaların açıkça gösterdiği gibi hükümetin ülke ekonomisindeki uygun rolü, Birleşik Devletler'in bağımsızlığına kavuşmasından 200 yıl sonra bile büyük bir anlaşmazlık konusu olmayı sürdürmektedir.
Amerikan Ekonomisinin Tarihi « Dünya Ekonomisi
Modern Amerikan ekonomisinin kökleri Avrupalı yerleşimcilerin ekonomik kazanım elde etmeye çabaladıkları XVI., XVII. ve XVIII. Yüzyıllara uzanır. Yeni Dünya bundan sonra sınırlı ölçüde başarılı bir koloni ekonomisinden küçük ve bağımsız bir çiftlik ekonomisine ve giderek de çok karmaşık bir endüstri ekonomisine dönüştü. Birleşik Devletler bu evrim sırasında büyümesine ayak uyduracak daha da karmaşık kurumlar geliştirdi. Hükümetin ekonomideki rolü ise her dönemde görülmekle birlikte genelde arttı.
Kuzey Amerika'nın ilk yerleşimcileri Amerika Yerlileriydi. Bu halkın günümüzde Bering Boğazı'nın bulunduğu bölgedeki bir kara köprüsünden geçerek 20.000 yıl önce Asya'dan Amerika'ya geldikleri sanılmaktadır. (Amerika'ya ilk ayak basan Avrupalı kaşifler Hindistan'a geldiklerini düşündükleri için yanlışlıkla bu halka "Hintliler" demişlerdi.)
Bahis konusu yerli halk bazan kabileler ve bazan da kabile konfederasyonları halinde örgütlenmişti. Kendi aralarında ticaret yaptıkları halde diğer kıtalardaki halklarla ve hatta Avrupalı yerleşimciler gelinceye kadar Güney Amerika'daki yerli halkla bile pek az temasları bulunuyordu. Geliştirdikleri ekonomik sistem ise onların topraklarına sonradan yerleşen Avrupalılar tarafından yok edilmiştir.
Amerika'yı ilk "keşfeden" Avrupalılar Vikinglerdi; fakat, 1000 yılında gerçekleşen bu olay büyük ölçüde gözden kaçtı. O günlerde Avrupa toplumunun en büyük kesimi hala tarıma ve toprak mülkiyetine bağlı bulunmaktaydı. Ticaret, Kuzey Amerika'nın daha çok araştırılmasını ve orada yerleşilmesini teşvik edecek oranda önem kazanmamıştı.
İspanya bayrağı altında denizcilik yapan bir İtalyan olan Kristof Kolomb Asya'ya ulaşan bir güneybatı geçidi bulmaya çıktı ve 1492'de bir "Yeni Dünya" keşfetti. Bunu izleyen 100 yıl boyunca Avrupa'dan yola çıkan İngiliz, İspanyol, Portekizli, Hollandalı ve Fransız kaşifler altın, zenginlik, onur ve zafer peşinde Yeni Dünya'ya doğru yelken açtılar.
Buna karşın Kuzey Amerika'nın vahşi bölgeleri ilk gelen kaşiflere pek az altın ve ondan da az zafer sunduğu için çoğu orada kalmadı. Kuzey Amerika'ya yerleşenler daha sonraki yıllarda gelenlerdi. Bir gurup İngiliz 1607'de, daha sonra Birleşik Devletler olacak olan ilk kalıcı yerleşim birimini kurdular. Adı Jamestown olan bu birim günümüzdeki Virginia eyaleti topraklarında bulunuyordu.
KOLONİLEŞTİRME
İlk yerleşimcilerin yeni bir vatan aramalarına yol açan çeşitli nedenleri vardı. Massachusetts'e yerleşen "Pilgrim"ler dinsel baskıdan kaçmak isteyen dindar ve soğukkanlı İngilizlerdi. Virginia benzeri diğer kolonilerse temelde ticaret girişimleri olarak kurulmuştu; ancak, çok kez dindarlıkla ticari çıkar el ele yürüyordu.
İngiltere'nin daha sonra Birleşik Devletler olacak olan kolonileri kurup yürütmekteki başarısı, büyük ölçüde, imtiyazlı şirketler kullanmasından kaynaklanıyordu. İmtiyazlı şirketler, ekonomik kazanım peşinde olan ve belki de İngiltere'nin ulusal amaçlarını gerçekleştirmek isteyen hissedar (genellikle tüccarlar ve zengin toprak sahipleri) guruplarıydı.
Şirketlerin özel sektör tarafından finanse edilmesine karşılık Kral her projeye ekonomik hakların yanı sıra siyasal yetkiler ve yargı yetkileri tanıyan bir imtiyaz ya da bağış veriyordu. Buna karşın koloniler genelde hemen kar sağlayamadıkları için İngiliz yatırımcılar çok kez imtiyazlarını yerleşimcilere devrettiler. O günlerde pek anlaşılmamıştı ama bunun siyasal sonuçları çok büyük oldu. Koloniciler kendi yaşamlarını, kendi toplumlarını ve kendi ekonomilerini kurmaya bırakıldılar; bu gerçekte yeni bir ulusun temellerinin atılması anlamına geliyordu.
İlk kolonilerin zenginliği tuzakla kürk hayvanı yakalamaya ve kürk ticaretine dayanıyordu. Massachusetts'te balıkçılık ta temel bir zenginlik kaynağıydı. Buna karşın, kolonilerdeki halk genelde küçük çiftliklerde yaşıyor ve kendi kendine yeterli oluyordu. Birkaç küçük kentte ve North Carolina, South Carolina ve Virginia'daki büyük çiftliklerde temel gereksinim mallarının bir kesimi ve lüks maddelerin hemen hepsi tütün, pirinç ve çivit karşılığında ithal ediliyordu.
Koloniler büyüdükçe destek endüstrileri gelişmeye başladı. Çeşitli bıçkı evleri ve tahıl değirmenleri ortaya çıktı. Koloniciler önceleri balıkçı tekneleri ve sonradan da ticaret tekneleri yapmak için tersaneler kurdular. Küçük demir döküm atölyeleri de açtılar. XVIII. Yüzyıl'a gelindiğinde bölgesel ekonominin biçimi ortaya çıkmıştı; New England kolonileri gönenç yaratmak için gemi yapımına ve denizciliğe dayanıyordu; Maryland, Virginia ve Carolinalar'daki çoğunlukla köle çalıştırılan büyük çiftliklerde pamuk, pirinç ve çivit üretiliyordu; New York, Pennsylvania, New Jersey ve Delaware'deki orta koloniler de deniz yoluyla mal ve kürk taşımacılığı yapıyorlardı. Köleler dışındaki bireylerin yaşam standardları yüksekti; gerçekten de İngiltere'dekini bile aşıyordu. İngiliz yatırımcılar çekilmiş oldukları için meydan koloniciler arasındaki müteşebbislere kalmıştı.
1770'e gelindiğinde Kuzey Amerika kolonileri, hem ekonomik hem de siyasal açıdan I. James döneminden beri (1603-1625) İngiltere politikasına egemen olmuş bulunan ve giderek yükselen özyönetim akımının bir parçası konumuna gelmeye hazırlardı. İngiltere ile aralarında vergileme konusunda ve diğer başka alanlarda anlaşmazlıklar çıktı; Amerikalılar İngiliz vergilerinde ve yasal düzenlemelerinde özyönetim taleplerini karşılayacak biçimde değişiklik yapılacağını umuyorlardı. İngiliz hükümetiyle olan sürtüşmelerin onlarla genel savaşa ve kolonilerin bağımsızlığına yol açacağını pek az kişi düşünüyordu.
XVII. ve XVIII. Yüzyıllar'da İngiltere'deki siyasal kargaşa dönemlerinde olduğu gibi Amerikan Devrimi de (1775-1783) hem ekonomik hem siyasaldı ve İngiliz filozofu John Locke'nin Sivil Hükümet Üzerine İkinci İnceleme'sinden (1690) açıkça alınmış olan "vazgeçilmez yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları" cümleciğini toplanma çağrısı olarak kullanan orta sınıf tarafından destekleniyordu.
Nisan 1775'teki bir olay savaşı başlattı. Massachusetts'in Concord kentindeki bir koloni silah deposunu ele geçirmek isteyen İngiliz askerleri Koloni milisleriyle çatıştılar. Kim olduğu bilinmeyen birinin ateş etmesi üzerine sekiz yıl sürecek bir savaş patladı. Kolonicilerin çoğunluğunun başlangıçtaki amacı belki de İngiltere'den siyasal ayrılma değildi; fakat, varılan kesin sonuç bağımsızlık ve yeni bir devletin, yani Birleşik Devletler'in yaratılması oldu.
YENİ ULUSUN EKONOMİSİ
1787'de kabul edilen ve günümüze kadar yürürlükte kalan ABD Anayasası pek çok bakımdan yaratıcı bir dehanın eseridir. Bir ekonomik yasa olarak, Maine'den Georgia'ya ve Atlas Okyanusu'ndan Mississippi Vadisi'ne uzanan tüm ülkenin birleşmiş ya da "ortak" bir Pazar oluşturduğu hükmünü getirmiştir. Eyaletlerarası ticarete hiçbir gümrük resmi ya da vergi uygulanamaz.
Anayasa uyarınca Federal hükümet yabancı ülkelerle yapılan ve eyaletler arasında yürütülen ticareti düzenleyebilir, tekdüze iflas yasaları çıkarabilir, para basabilir ve değerini ayarlayabilir, ağırlık ve uzunluk ölçüsü birimlerine ilişkin standardlar koyabilir, postaneler ve anayollar açabilir ve patentler ve telif haklarını düzenleyen kurallar getirebilir. Yukarıda değinilen son hüküm, "fikri mülkiyet"in ilk günlerden başlayarak tanındığını gösteriyordu ve bu konu XX. Yüzyıl sonlarında yapılan ticaret görüşmelerinde büyük bir önem kazanacaktı.
Ülkenin Kurucu Ataları'ndan biri ve ilk maliye bakanı olan Alexander Hamilton, federal hükümetin yeni doğmuş endüstrilere açık destek sağlayarak ve ithalata koruyucu gümrük tarifeleri uygulayarak onları beslemeye yönelik bir ekonomik kalkınma stratejisi uygulanmasını savunuyordu. Ayrıca, kolonilerin Bağımsızlık Savaşı sırasında yüklendikleri kamu borçlarını üstlenmek amacıyla bir ulusal banka yaratılması için de federal hükümeti zorluyordu. Yeni hükümet Hamilton'un belirli önerilerine direndiyse de sonuçta gümrük tarifelerini Amerikan dış politikasının temel bir ögesi yaptı ve bu tutum yaklaşık XX. Yüzyıl ortalarına kadar sürdürüldü.
Amerikalı çiftçiler başlangıçta bir ulusal bankanın yoksullar aleyhine varsıllara hizmet edeceğinden korktular; fakat, ilk Birleşik Devletler Ulusal Bankası 1791'de kuruldu, 1811'e kadar çalıştı ve o tarihte yerine bir başka banka oluşturuldu.
Hamilton Birleşik Devletler'in ekonomik büyümesinin çeşitlendirilmiş ulaştırma, imalatçılık ve bankacılık aracılığıyla sürdürülmesi gerektiğine inanıyordu. Hamilton'un politikadaki rakibi Thomas Jefferson ise felsefesini sıradan bireylerin siyasal ve ekonomik zulme karşı korunmasına dayandırmıştı. Özellikle küçük çiftçileri "en değerli vatandaşlar" olarak övüyordu. Jefferson 1801'de başkan oldu (1801-1809) ve merkeziyetçilikten daha çok arındırılmış bir tarım politikası uygulamaya yöneldi.
GÜNEYE VE BATIYA İLERLEYİŞ
Güney'de başlangıçta önemsiz bir ürün olan pamuk Eli Whitney'in 1793'te çırçır makinesini (pamuğu tohumlarından ve diğer yabancı maddelerden ayıklayan makine) icat etmesi üzerine büyük bir gelişme gösterdi. Güneydeki büyük çiftlik sahipleri, sık sık daha batıya giden küçük çiftçilerin topraklarını satın aldılar. Köle işçilerin emeğiyle beslenen büyük çiftlikler kısa zamanda belirli aileleri pek çok zenginleştirdi.
Bununla birlikte, batıya gidenler sadece güneyliler değildi. Bazan Doğu'daki köyler bir tüm olarak bölgeden ayrılıyor ve Ortabatı'nın daha verimli çiftlik arazilerinde yeni yerleşim birimleri kuruyordu. Batıya göçenler çok kez bağımsızlığa sıkı sıkıya bağlı bulunan ve her tür hükümet denetimine ya da müdahalesine güçlü bir biçimde karşı çıkan kişiler olarak tanımlanmalarına karşın gerçekte hükümetten dolaylı ya da dolaysız pek çok yardım sağlamışlardır. Hükümet tarafından yapılan Cumberland Pike yolu (1818) ve Erie Kanalı (1825) gibi ulusal kara ve suyolları yeni yerleşimcilerin batıya göç etmelerinde ve daha sonra da batının tarımsal ürünlerinin pazarlara taşınmasında yardımcı olmuştur.
Andrew Jackson 1829'da başkanlığa gelince pek çok yoksul ve varlıklı Amerikalı onu ideal edindi; çünkü, o da yerleşime yeni açılan sınır bölgesinde ağaçtan yapılmış bir kulübede yaşama başlamıştı. Başkan Jackson (1829-1837), Hamilton'un Ulusal Banka'sının Doğu'nun yerleşmiş çıkarlarını Batı'nınkilere tercih ettiğine inandığı için bir ardılının kurulmasına karşı çıktı. Jackson ikinci bir dönem için seçilince, Banka'nın görev süresini yenilemek istemedi ve Kongre de onu destekledi. Bu davranışları ülkenin parasal sistemine karşı güveni sarstı ve 1834 ve 1837'de önemli ticari paniklere yol açtı.
Ekonomik sarsıntılar XIX. yüzyıl süresince ABD ekonomisinde yaşanan hızlı büyümeyi engellemedi. Yeni icatlar ve sermaye yatırımları yeni endüsteriler kurulmasına ve ekonomik büyümeye yol açtı. Ulaştırma geliştikçe sürekli olarak yeni pazarlar açıldı. Buharlı gemiler nehir trafiğinin daha hızlı ve daha ucuz olmasını sağladı; fakat, demiryollarının geliştirilmesi daha da büyük bir etki yarattı ve geniş arazi bölümleri kullanıma açıldı. Kanallar ve karayolları gibi demiryollarının ilk kuruluş günlerinde de arazi bağışı biçiminde önemli hükümet yardımları yapıldı. Buna karşın, diğer ulaştırma biçimlerinin aksine, demiryolları büyük ölçüde yerel ve Avrupa kaynaklı özel yatırımları da çekti.
Bu heyecan dolu günlerde çabuk zengin olma düzenleri bollaştı. Borsa fırsatçıları bir gecede hazineler kazandılar; buna karşılık çok kişi de tüm tasarruflarını yitirdi. Bunlara karşın, uzak görüşlülüğün ve yabancı yatırımların bir araya gelmesi, altın yataklarının bulunması ve Amerikan halkının ve kişisel zenginliğin büyük katkısı sonucu ülkede yaygın bir demiryolu sistemi kurulabildi ve bu da endüstrileşme için temel oluşturdu.
ENDÜSTRİYEL BÜYÜME
Endüstri Devrimi XVIII. Yüzyıl'ın sonlarında ve XIX. Yüzyıl'ın başlarında Avrupa'da oluştu ve hızla Birleşik Devletler'e yayıldı. 1860'ta Abraham Lincoln başkan seçildiğinde ülke nüfusunun yüzde 16'sı kentlerde yaşmakta ve ulusal gelirin üçte biri imalattan sağlanmaktaydı. Kentleşmiş endüstri genelde Kuzey Doğu'da toplanmıştı; pamuklu bez üretimi önde gelen endüstriydi, ayakkabı, yünlü giysi ve makine üretimi de yayılmaktaydı. İşçilerin çoğunluğunu göçmenler oluşturuyordu. 1845-1855 arasında Avrupa'dan yılda yaklaşık 300.000 göçmen geliyordu. Bunların çoğu yoksul kişilerdi; Doğu kentlerinde ve çok kez de ülkeye varış limanlarında yerleşmişlerdi.
Buna karşılık Güney tarım bölgesi olmayı sürdürdü; sermaye ve endüstri ürünleri için de Kuzey'e bağlı kaldı. Güney'in, köle kullanımını da içeren, ekonomik çıkarları ancak siyasal güç tarafından ve Güney federal hükümeti kontrol ettiği sürece korunabilirdi.1856'da kurulmuş olan Cumhuriyetçi Parti endüstrileşmiş Kuzey'i temsil ediyordu. 1860'ta Cumhuriyetçiler ve başkan adayları olan Lincoln köle kullanılmasından pek söz etmiyorlar, ama ekonomik politika konusunda çok açık konuşuyorlardı. 1861'de bir koruyucu gümrük tarifesi kabul ettirmeyi başardılar. 1862'de ilk Büyük Okyanus demiryolunu kurma imtiyazı verildi. 1863 ve 1864'te bir ulusal banka yasası taslağı hazırlandı.
ABD İç Savaş'ında (1861 - 1865) Kuzey'in zafer kazanması ile ülkenin ve ekonomi politikasının geleceği kesinleşmiş oldu. Köle işgücüne dayalı sistem kaldırıldı ve Güney'deki büyük pamuk çiftlikleri daha az kar getirir oldular. Savaş gereksinimleri nedeniyle hızla gelişmiş olan Kuzey endüstrisi ilerlemesini sürdürdü. Endüstriciler ülkenin toplumsal ve siyasal faaliyetleri de içeren yaşamının pek çok kesiminde egemen olmaya başladılar. Güney'in, 70 yıl sonra çevrilecek film klasiği Rüzgar Gibi Geçti'de duygusal biçimde dile getirilecek olan, büyük çiftlik aristokrasisi ortadan kalktı.
İCATLAR, KALKINMA VE BÜYÜK İŞ ADAMLARI
İç Savaş'ı izleyen hızlı ekonomik gelişme modern ABD endüstriyel ekonomisinin temellerini oluşturdu. Bir yeni keşifler ve icatlar patlaması görüldü ve bu olgu yarattığı derin değişiklikler nedeniyle bazıları tarafından "ikinci bir endüstri devrimi" olarak tanımlandı. Batı Pennsylvania'da petrol keşfedildi. Yazı makinesi geliştirildi. Soğutmalı demiryolu vagonları kullanıma girdi. Telefon, gramofon ve elektrik ampulü icat edildi. XX. Yüzyıl'ın ilk yıllarında at arabalarının yerini otomobiller aldı ve uçakla yolculuk başladı.
Anılan başarılara koşut olarak ülkenin endüstriyel alt yapısı da geliştirilmeye başlandı. Appalachian Dağları'nda kuzeyde Pennsylvania'dan güneyde Kentucky'e kadar uzanan bölgede zengin kömür yatakları bulundu. Orta Batı'nın kuzeyinde Superior Gölü bölgesinde büyük demir madenleri açıldı. Bu iki önemli ham maddenin biraraya getirilebildiği yerlerde çelik üreten fabrikalar geliştirildi. Açılan büyük bakır ve gümüş madenlerini kurşun madenleri ve çimento fabrikaları izledi.
Endüstri büyüdükçe seri imalat yöntemleri geliştirildi. Frederick W. Taylor, bilimsel yöneticilik konusunda öncü oldu; her işçinin işlevini özenli bir biçimde belirledi; onların çalışmalarıyla ilgili yeni ve daha etkin yöntemler yarattı. (Gerçek seri imalat fikrini Henry Ford geliştirdi ve 1913'te, her işçinin tek bir basit işlem yapacağı hareketli otomobil montaj bandını kurdu. Çok uzak görüşlü olduğu daha sonra anlaşılan bir atılım yapan Ford, işçilerine günde 5 dolar gibi pek cömert bir ücret önerdi ve böylelikle işçilerin çoğu ürettikleri otomobillerin aynı zamanda müşterisi haline geldiler ve endüstrinin yayılmasına yardım sağladılar.)
XIX. Yüzyıl'ın ikinci yarısının "Parıltılı Çağ"ı büyük iş adamlarının ortaya çıktığı dönemdi. Pek çok Amerikalı büyük parasal imparatorluklar kuran bu iş adamlarını ideal olarak algıladı. Bahis konusu kişilerin başarısı çok kez, John D. Rockefeller'in petrolde yaptığı gibi, yeni bir hizmet ya da ürünün uzun vadedeki gelişme olasılığını görebilmekte yatıyordu.
Şiddetli bir rekabet içindeydiler ve tek amaçları parasal başarı ve güç peşinde koşmaktı. Bu devler arasında John D.Rockefeller ve Ford'a ek olarak, demiryolu işletmeciliğiyle zengin olan Jay Gould, banker J.Pierpont Morgan ve çelik üğretimcisi Andrew Carnegie sayılabilir. Aralarından bazıları, o günün işletmecilik anlayışına göre, dürüst kişilerdi; buna karşın diğer bazıları zenginlik ve güç elde edebilmek için kuvvete, rüşvete ve hileye başvurdular. İş çevreleri şu ya da bu şekilde hükümet üzerinde büyük etki sahibi oldular.
Girişimcilerin belki de en gösterişlisi sayılan Morgan hem özel hem de iş yaşamında büyüklüğü kendisine ölçü olarak almıştı. Kendisi ve dostları kumar oynuyorlar, yatlarda geziyorlar, zengin partiler düzenliyorlar, saray benzeri evler yapıyorlar ve Avrupa'nın sanat eserlerini satın alıyorlardı. Buna karşın, Rockefeller ve Ford gibi kişiler püritenlerinkine benzer özellikler sergiliyorlardı. Küçük kasaba değerlerini ve yaşam biçimini sürdürüyorlardı. Sürekli kiliseye giden kişiler olarak diğer bireyler üzerinde de bir sorumlulukları olduğuna inanıyorlardı. Kişisel erdemlerin başarı sağlayabileceğini düşünüyorlardı; çalışmaya ve tutumlu olmaya inançları büyüktü. Daha sonra varisleri de Amerika'daki en büyük insancıl yardım vakıflarını kurdular.
Avrupa'daki üst düzey aydınların genelde ticareti aşağılık bir işlev gibi görmelerine karşılık daha akışkan sınıf yapısına sahip bir toplum içinde yaşayan Amerikalıların çoğu para kazanma olgusuna hevesle sarılıyorlardı. Ticari girişimin riskinden ve verdiği heyecandan hoşlandıkları kadar ticari başarının sağlayabileceği yüksek yaşam standardlarını, gücü ve ünü de seviyorlardı.
Bunlara karşın, her istediğini yapan büyük girişimciler, Amerikan ekonomisi XX. Yüzyıl'da olgunluğa eriştikten sonra Amerikalıların ideali olma çekiciliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Önce demiryollarında daha sonra diğer iş alanlarında anonim şirketlerin ortaya çıkmasıyla yaşamsal bir değişim kendini gösterdi. Büyük iş adamlarının yerini anonim şirketlerin başına geçen "teknokratlar", yani yüksek ücretli yöneticiler aldı. Anonim şirketin yükselişine bağlı olarak işletmelerin gücünü ve etkisini dengeleyici bir kuvvet hizmeti gören örgütlenmiş işçi hareketi de gelişti.
1980'lerin ve 1990'ların teknolojik devrimi büyük iş adamları çağını anımsatan yeni bir teşebbüs kültürü ortaya çıkardı. Microsoft'un başı olan Bill Gates bilgisayar yazılımları düzenleyip satarak muazzam bir servet oluşturdu. Gates'in büyük karlar sağlayan bir imparatorluk yaratması nedeniyle, kurduğu şirket 1990'ların sonunda rakiplerini sindirmek ve tekel yaratmak suçlamasıyla ABD Adalet Bakanlığı'nın antitröst dairesi tarafından mahkemeye verildi. Buna karşın Gates bir insancıl yardım vakfı da kurdu ve vakıf kısa sürede benzerleri arasında en büyük olma konumuna erişti.
Günümüzdeki Amerikalı iş çevresi liderlerinin pek çoğu Gates kadar göze batan bir yaşam sürdürmemekte, anonim şirketlerin geleceğini onlar belirlemekte, ancak, bunun yanı sıra insancıl yardım örgütlerinin ve okulların yönetim kurullarında da görev yapmaktadırlar. Ulusal ekonominin durumuyla ve Amerika'nın diğer ülkelerle olan ilişkileriyle ilgilenmekte ve hükümet yetkilileriyle danışmak için her an Washington'a gidebilmektedirler. Kuşkusuz hükümeti etkilemekte, fakat, Parıltılı Çağ'daki bazı büyük iş adamlarının inandığının aksine, onu kontrol etmemektedirler.
HÜKÜMET MÜDAHALESİ
Amerika tarihinin ilk yıllarında politikadaki liderlerin çoğunluğu federal hükümetin, ulaştırma alanı hariç, özel sektöre pek fazla karışmasında isteksiz davranmışlardır. Genelde "bırakınız yapsınlar" doktrinini benimsemişlerdir; anılan doktrin yasaların ve düzenin korunması dışında hükümetin ekonomiye müdahale etmesine karşıdır. XIX. Yüzyıl'ın ikinci yarısında, küçük işletmeler, çiftlikler ve işçi hareketleri hükümetlerin onlar adına müdahalesini istemeye başlayınca bu davranış da değişmeler gösterdi.
Yüzyılın sonlarına doğru hem iş çevreleri liderlerine hem de Orta Batı ve Batı'daki çiftçilerin ve işçilerin oldukça köktenci siyasal hareketlerine kuşkuyla bakan bir orta sınıf gelişti. İlericiler olarak anılan bu kişiler hükümetin rekabeti ve serbest teşebbüsü güvence altına almak için iş yaşamını düzenlenmesinden yanaydılar. Ayrıca, özel sektördeki yolsuzluklarla da savaştılar.
Kongre 1887'de demiryolu işletmeciliğini düzenleyen bir yasa (Eyaletlerarası Ticaret Yasası) ve 1890'da da, büyük şirketlerin tek bir endüstriyi kontrol etmesini engelleyen bir yasa (Sherman Antitröst Yasası) kabul etti. Ancak, 1900-1920 yılları arasında Cumhuriyetçi Başkan Theodore Roosevelt (1901-1909), Demokrat Başkan Woodrow Wilson (1913-1921) ve ilericilere yakınlık duyan diğerleri iktidara gelinceye kadar bu yasalar kararlı bir biçimde uygulanmadı. Aralarında günümüzün Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu, Gıda ve İlaç İdaresi, Federal Ticaret Komisyonu da bulunan pek çok düzenleyici kuruluş bu dönemde yaratıldı.
Ekonomiye hükümet müdahalesi en önemli yükselişini 1930'ların Yeni Düzen döneminde elde etti. 1929'da sermaye piyasasının çöküşü ülke tarihindeki en ciddi ekonomik karışıklığı, yani Büyük Bunalım'ı (1929-1940) yaratmıştı. Başkan Franklin D.Roosevelt (1933-1945) bu olağanüstü durumu aşmak amacıyla Yeni Düzen'i başlattı.
Amerika'nın modern ekonomisini belirleyen en önemli yasaların ve kurumların çoğu Yeni Düzen döneminde yaratılmıştır. Yeni Düzen yasaları federal hükümetin yetkisini bankacılık, tarım ve sosyal güvenlik alanlarına yaydı. Ücretlere ve çalışma saatlerine ilişkin asgari standardları belirledi ve çelik, otomobil ve kauçuk ürünleri gibi endüstri alanlarında işçi sendikalarının yayılmasında aracı rolü oynadı.
Günümüzde ülkenin modern ekonomisinin işlemesi için vazgeçilmez sayılan programlar ve daireler yaratıldı: menkul sermaye borsasını düzenleyen Hisse Senetleri ve Senet Borsası Komisyonu; banka mevduatını güvence altına alan Federal Mevduat Sigortası Kurumu; belki de en önemli kurum sayılan ve yaşlıların işgücünün bir parçası çalıştıkları sırada yaptıkları katkılara dayanarak onlara emekli maaşı sağlayan Sosyal Güvenlik İdaresi gibi.
Yeni Düzen liderleri iş çevreleriyle hükümet arasında daha yakın bağlar kurma konusunda belirli bir heves gösterdiler; fakat, bu çabaların bazıları İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yok oldu. Kısa ömürlü bir Yeni Düzen programı olan Ulusal Endüstriyel Güçlenme Yasası ile iş çevresi liderlerinin ve işçilerin aralarındaki anlaşmazlıkları hükümetin gözetimi altında çözümlemeye teşvik edilmelerine ve böylelikle üretkenliğin ve etkinliğin arttırılmasına çalışıldı.
Amerika'daki bu işveren-işçi-hükümet düzenlemelerinde hiçbir zaman Almanya ve İtalya'da görüldüğü gibi faşizme gidilmediyse de Yeni Düzen girişimleri bu üç anahtar ekonomi aktörü arasındaki güç paylaşımını yeni bir yöne döndürdü. Savaş sırasında ABD hükümetinin ekonomiye büyük müdahalesi sonucu bahis konusu güç birleşmesi daha da yoğunlaştı. Savaş Üretimi Kurulu savaş önceliklerinin karşılanabilmesi için ülkenin üretim yeteneklerinde eşgüdüm sağladı.
Yapısı değiştirilen tüketim malı fabrikaları pek çok askeri siparişi karşıladı. Otomobil yapımcıları tank ve uçak üreterek Birleşik Devletler'i "demokrasinin silah deposu" haline getirdiler. Ulusal gelirin artmasının ve tüketim mallarının yetersiz kalmasının enflasyona neden olmasını önleyebilmek amacıyla kurulan Fiyat Yönetim Bürosu belirli yerleşim birimlerinin kiralarını kontrol altına aldı; şekerden benzine kadar pek çok tüketim malını vesikaya bağladı ve daha başka önlemler uygulayarak fiyat artışlarını engellemeye çalıştı.
SAVAŞ SONRASI EKONOMİSİ: 1945-1960
Çok sayıda Amerikalı İkinci Dünya Savaşı'nın sona erip büyük askeri harcamaların azalması sonucu Büyük Bunalım dönemindeki sıkıntılı günlerin geri geleceğinden korkuyorlardı. Bunun aksine, savaş sonrası dönemde yoğun tüketici talebi olağanüstü güçlü bir ekonomik büyümeyi besledi.
Otomotiv endüstrisi başarılı bir biçimde yeniden araç üretmeye döndü ve havacılık ve elektronik gibi yeni endüstriler büyük bir gelişme gösterdiler. Kısmen askerden dönenlere sağlanan ipotek kolaylıklarının yarattığı teşvik sayesinde hızla büyüyen inşaat sektörü de bu gelişmeye katkıda bulundu. Ulusun 1940'ta yaklaşık 200 milyar dolar olan gayri safi milli hasılası 1950'de 300 milyara ve 1960'ta da 500 milyar doları aşan bir düzeye yükseldi. Aynı zamanda, savaş sonrası doğumlarda gerçekleşen ve "bebek patlaması" denilen büyük sıçrama da tüketici sayısını yükseltti. Her geçen gün daha çok sayıda Amerikalı orta sınıfa katıldı.
Savaş malzemesi üretme gereksinimi büyük bir askeri-endüstriyel karma (1953-1961 arasında ABD Başkanlığı yapmış olan Dwight D. Eisenhower tarafından ortaya atılan bir deyim) doğmasına yol açtı. Bahis konusu karma savaş sona erince ortadan kaybolmadı. Demir Perde Avrupa'nın üzerine çöküp Birleşik Devletler de kendisini Sovyetler Birliği'ne karşı bir soğuk savaşa girmiş bulunca hükümet önemli bir savaş gücü bulundurmayı sürdürdü ve hidrojen bombası benzeri gelişmiş silahlara yatırım yaptı.
Savaşta yıkılmış bulunan Avrupa ülkelerine Marshall Planı çerçevesinde ekonomik yardım aktı ve bu da çok sayıda ABD malı için piyasa yaratılmasına yardımcı oldu. Hükümet ekonomik konularda odak rolü oynadığını anladı. Hükümet politikası çerçevesinde "en yüksek istihdamı, üretimi ve satın alma gücünü yaratmak" için 1946 tarihli İstihdam Yasası kabul edildi.
Savaş sonrası dönemde uluslararası parasal düzenlemelerin yeniden yapılandırılması gerektiğini fark eden Birleşik Devletler açık ve kapitalist bir uluslararası ekonomi kurulmasını güvence altına alacak Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi kurumların yaratılmasında öncülük yaptı.
Bu arada işletmeler de birleşmelerin simgelediği bir döneme girdi. Şirketler büyük ve çeşitli alanlara el atan konglomeralar oluşturmak için birleştiler. Sözgelimi, Uluslararası Telefon ve Telgraf A.Ş. (ITT), Sheraton Otelleri'ni, Continental Bankacılık'ı, Hartford Yangın Sigortası'nı, Avis Kiralık Otomobil'i ve diğer başka şirketleri satın aldı.
Amerikan işgücü de önemli ölçüde değişti. 1950'lerde, hizmet sağlayan işlerde çalışan işçi sayısı önce mal üretimindeki işçi sayısına yetişti sonra da bu sayıyı geçti. 1956'da ABD çalışanlarının çoğunluğu imalattan (mavi yakalılar) daha çok hizmette (beyaz yakalılar) yer alıyordu. Aynı zamanda işçi sendikaları da üyeleri için uzun vadeli iş sözleşmeleri gerçekleştirdiler ve daha başka çıkarlar sağladılar.
Buna karşın çiftçiler sıkıntılı günler geçirdiler. Çiftçiliğin büyük işletmelere dönüşmesiyle etkinliğin artması tarımda aşırı üretime yol açtı. Küçük aile çiftlikleri, her geçen gün rekabet etmekte daha çok zorlandılar ve gittikçe artan sayıda çiftçi toprağından ayrıldı. Bunun sonucu olarak tarım sektöründe çalışanların sayısı 1947'de 7,9 milyon iken bu sayı gittikçe azaldı; 1998'e gelindiğinde ABD'deki çiftliklerde sadece 3,4 milyon işçi çalışıyordu.
Başka Amerikalılar da yer değiştirdiler. Tek ailenin oturduğu evlere olan talebin artması ve otomobil sahipliğinin yaygınlaşması, çok sayıda Amerikalının kentlerden banliyölere göç etmesine yol açtı. Hava soğutma aygıtlarının icadı gibi teknolojik yenilikler de buna eklenince ortaya çıkan göç dalgası güney ve güneydoğu eyaletlerinde Houston, Atlanta, Miami ve Phoenix benzeri "Güneş Kuşağı" (Sun Belt) kentlerin geliştirilmesini teşvik etti.
Federal hükümetçe desteklenen otoyollar banliyölere erişimi kolaylaştırdığı için işyeri biçimleri de değişmeye başladı. Alışveriş merkezleri çoğaldı ve sayıları İkinci Dünya Savaş'ı sonunda 8 iken 1960'da 3.840'a erişti. Kısa bir süre sonra, kentleri bırakıp daha az kalabalık kesimlere yerleşen çok sayıda endüstri kuruluşu da bunları izledi.
DEĞİŞİM YILLARI: 1960'LAR VE 1970'LER
Amerika'da 1950'ler çok kez bir rahatlık dönemi olarak tanımlanır. Bunun aksine, 1960'lar ve 1970'ler büyük bir değişmeler dönemi oldu. Dünya çevresinde yeni ülkeler ortaya çıktı; mevcut hükümetleri yıkma amacı güden ayaklanmalar görüldü; daha önce kurulmuş ülkeler büyüdüler ve Birleşik Devletler'e rakip ekonomik dinamolar haline geldiler; askeri gücün tek büyüme ve yayılma aracı olmadığının gittikçe daha açık bir biçimde anlaşıldığı dünyada ekonomik ilişkiler başat bir konum kazandı.
Başkan John F.Kennedy (1961-1963) yönetime daha etkin bir yaklaşım başlattı. 1960 seçim kampanyası sırasında Amerikalıları "Yeni Ufuklar"ın gereksinimlerini yerine getirmeye çağıracağını söyledi. Başkan olarak, hükümet harcamalarını arttırıp vergilerde kısıntı yaparak ekonomik büyümeyi hızlandırmayı hedef aldı; yaşlılara sağlık yardımı yapılmasını, kent merkezlerine parasal yardım verilmesini ve eğitime daha fazla ödenek ayrılmasını sağlamaya çalıştı.
Bahis konusu önerilerinin büyük kesimi yaşama geçirilmedi; ancak, Barış Gönüllüleri'nin yaratılmasıyla Kennedy'nin Amerikalıları kalkınmakta olan ülkelere gönderip onlara yardımcı olmak düşü gerçekleşti. Kennedy ayrıca Amerika uzay araştırmalarını da hızlandırdı. Ölümünden sonra Amerikan uzay programı Sovyet başarılarını geçti ve Temmuz 1969'da Amerikalı astronotlar aya indiler.
Kennedy'nin 1963'te öldürülmesi Kongre'yi harekete geçirdi ve oluşturduğu yasama projelerinin büyük kesimi onaylandı. Ardılı Lyndon Baines Johnson (1963-1969) başarılı Amerikan ekonomisinin kazanımlarını daha çok sayıda vatandaşa yayarak bir "Büyük Toplum" kurmayı amaçladı. Hükümetin Medicare (yaşlılara sağlık yardımı), Yiyecek Pulları (yoksullara besin yardımı) ve çok sayıda eğitim girişimi (öğrencilere yardımın yanı sıra okullara ve üniversitelere bağış) nedeniyle federal harcamalar dramatik ölçüde çoğaldı.
Vietnam'daki Amerikalıların sayısı arttıkça askeri harcamalar da yükseldi. Kennedy döneminde küçük bir askeri harekat olarak başlayan müdahale Johnson'un başkanlığı sırasında büyük bir askeri girişime dönüştü. İşin garip yanı, hem yoksulluğa karşı savaş hem de Vietnam savaşı için yapılan harcamalar kısa vadede gönencin artmasına yardımcı oldu. Buna karşılık, 1960'ların sonuna doğru hükümetin bu harcamaları karşılamak için vergileri yükseltmedeki başarısızlığı gittikçe artan bir enflasyon yarattı ve bu da ekonomik gönenci aşındırdı.
Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) üyelerinin 1973-1974 yıllarındaki petrol ambargosu enerji fiyatlarını hızla yükseltti ve yakıt kısıntıları ortaya çıktı. Ambargo sona erdikten sonra bile fiyatlar aynı kalarak enflasyonu arttırdı ve giderek işsizlik oranını yükseltti. Federal bütçe açıkları arttı, yabancı rekabet yoğunlaştı ve menkul kıymetler borsasında gerilemeler oldu.
Vietnam Savaşı 1975'e kadar sürdü; Başkan Richard Nixon (1969-1973) meclis soruşturması açılması talepleri karşısında istifa etti; bir gurup Amerikalı Tahran'daki ABD büyükelçiliğinde rehine alındı ve bir yıldan uzun bir süre serbest bırakılmadı. Ulus, ekonomik durum dahil, olaylarla başa çıkamıyormuş gibi görünüyordu. Otomobillerden çeliğe ve yarı-iletkenlere kadar ucuz ve çok kez de yüksek nitelikli ithal malları Birleşik Devletler'e aktıkça Amerika'nın ticaret açığı büyük ölçüde arttı.
Yeni ekonomik hastalığı - bir yandan enflasyon sürerken bir yandan da ekonomik durgunluk olması ve aynı zamanda işsizlik oranının artması - tanımlamak için "stagflasyon" terimi kullanılıyordu. Enflasyon kendi kendini besliyor gibiydi. Halk fiyatların sürekli artacağını beklediği için da daha fazla mal almaya başladı. Artan talep fiyatları, fiyatlar ücretleri, ücretler fiyatları daha da yükseltti ve durmadan yükselen bir sarmal doğdu. İş sözleşmelerine yaşam standardına ilişkin maddelerinin otomatik olarak konulması giderek yaygınlaştı; hükümet te sosyal güvenlik ödemeleri gibi belirli kalemleri enflasyonun bilinen en iyi ölçütü sayılan Tüketici Fiyat Endeksine bağlamaya başladı.
Söz konusu uygulamalar işçilerin ve emeklilerin enflasyonla başa çıkabilmelerine yarım etti ama enflasyonu da kalıcı konuma getirdi. Hükümetin gittikçe artan gelir gereksinimi bütçe açığını büyüttü ve daha çok borçlanılmasına yol açtı ve bu da faiz hadlerini yükselterek iş çevrelerinin ve tüketicilerin yükünü daha ağılaştırdı. Enerji maliyetinin ve faizlerin yüksekliği yüzünden yatırımlar zayıfladı ve işsizlik de huzursuzluk yaratacak oranda çoğaldı.
Çaresiz kalan Başkan Jimmy Carter (1977-1981) hükümet harcamalarını arttırarak ekonomik durgunluk ve işsizlikle savaşmaya çalıştı ve enflasyonu durdurmak için gönüllü ücret ve fiyat kontrolü yöntemleri geliştirdi. Her iki konuda da başarısız oldu. Enflasyonla savaşta belki bir parça daha başarılı ancak dramatik olmayan atılım yapılarak, aralarında havayolu, kara taşımacılığı ve demiryolu şirketlerinin de bulunduğu bazı endüstrilerde "düzenlemelerin azaltılması"na gidildi.
Anılan endüstriler güzergahları ve taşıma ücretleri hükümet tarafından denetlenerek sıkı bir düzenleme altında tutuluyordu. Düzenlemelerde yumuşama uygulaması Carter yönetiminden sonraki yıllarda da desteklendi. Hükümet 1980'lerde banka faiz oranlarındaki ve şehirlerarası telefon hizmetlerindeki düzenlemeleri gevşetti ve 1990'larda da yerel telefon hizmetlerindeki düzenlemeleri yumuşatmaya başladı.
Bunlara karşın, 1979'dan başlayarak para arzını sıkı bir denetim altında bulunduran Federal Rezerv Kurulu enflasyonla savaştaki en önemli öge oldu. Enflasyonun perişan ettiği ekonominin gereksinim duyduğu paranın tümünü vermeyi reddeden Federal Rezerv böylelikle faiz oranlarını yükselmesine neden oldu. Bunu sonucu olarak da tüketici harcamalarında ve ticari kredi taleplerinde büyük düşüşler görüldü. Kısa zamanda ekonomide önemli bir daralma gerçekleşti.
1980'LERDE EKONOMİ
1982 boyunca ulus büyük bir daralma yaşadı. İflaslarda bir önceki yıla oranla yüzde elli artış görüldü. Tarım ürünleri ihracatı azaldığı, ürün fiyatları düştüğü ve faiz oranları yükseldiği için özellikle çiftçiler büyük sıkıntıya uğradılar. Buna karşın, hızlı daralma ilacı yutulması zor olmakla birlikte ekonominin kapıldığı yıkıcı döngüyü kırdı. 1983'e gelindiğinde enflasyon yavaşlamış, ekonomi yeniden toparlanmış ve Birleşik Devletler sürekli bir ekonomik büyüme dönemine girmişti. 1980'li yılların çoğunda ve 1990'larda yıllık enflasyon artışı % 5'in altında kaldı.
1970'lerdeki ekonomik tepkilerin önemli siyasal sonuçları olmuştu. Amerikan halkı federal politikalara yönelik hoşnutsuzluğunu 1980'de Carter'i görevden uzaklaştırıp yerine eski Hollywood aktörü ve California valisi Ronald Reagan'ı başkan seçerek sergiledi. Reagan (1981-1989) ekonomik programını arza yönelik ekonomi kuramına dayandırdı.
Anılan ekonomi kuramı halkın kazancının daha büyük bir bölümünü kendisine ayırabilmesine yol açması için vergi oranlarının düşürülmesini öngörüyordu. Daha düşük vergi oranları bireyleri daha yoğun ve daha uzun süreli çalışmaya özendirir ve bu da giderek daha çok tasarrufa ve yatırıma ve bu da daha çok üretime yol açar ve genel ekonomik büyümeyi teşvik ederdi.
Reagan'dan esinlenen vergi oranı indirimleri genelde daha zengin Amerikalıların yararına sonuçlar verdiyse de bunun dayandığı ekonomik kuramda ileri sürüldüğüne göre, yükselen yatırımlar yeni istihdam alanları yaratılmasına ve daha yüksek ücretlere yol açacağı için bu gelişmelerden daha düşük gelirli bireyler de yararlanırdı.
Bunlara karşın, Reagan'ın ulusal gündeminin temelinde federal hükümetin gereğinden fazla büyüdüğü ve müdahaleci olduğu inancı yatmaktaydı. 1980'lerde Reagan bir yandan vergileri indirirken bir yandan da sosyal içerikli programlarda büyük kesintiler yapıyordu. Reagan görev süresi boyunca tüketiciyi, işyerini ve çevreyi etkileyen hükümet düzenlemelerini kısmak ya da tümüyle ortadan kaldırmak için de çaba gösterdi. Bunun yanı sıra, Vietnam Savaşı'ndan sonra Birleşik Devletler'in silahlı kuvvetlerini ihmal ettiğinden korktuğu için savunma harcamalarının arttırılmasına çalıştı ve bunda başarılı oldu.
Vergi oranlarının indirilmesi ile birlikte askeri harcamaların da artması yüzünden iç programlarda yapılan sınırlı kısıntılar büyük ölçüde aşıldı. Bunun sonucu olarak, federal bütçedeki açıklar 1980'lerin başlarındaki ekonomik daralma dönemindeki oranları bile geçti. 1980'de 74 milyar dolar olan bütçe açığı, 1986'da 221 milyar dolara yükseldi. 1987'de 150 milyar dolara düştü, ancak yeniden yükselmeye başladı.
Bazı ekonomistler federal hükümetin gerçekleştirdiği büyük harcamaların ve borçlanmaların enflasyonu yeniden canlandıracağından korktular; fakat, Federal Rezerv Kurulu fiyat artışlarını denetleme konusundaki duyarlılığını sürdürdü ve bir tehdit görülür görülmez faiz oranlarını hemen yükseltti. Federal Rezerv, Paul Volcker ve ardılı Alan Greenspan'ın yönetiminde ekonomik trafik polisliği baş rolünü sürdürdü ve ülke ekonomisinin yönlendirilmesinde hem Kongre'yi hem de başkanı gölgede bıraktı.
1980'lerin başlarında hız kazanmaya başlayan ekonomik iyileşme sırasında da sorunlar görüldü. Özellikle küçük aile çiftlikleri işleten çiftçiler yaşamlarını sürdürmekte önemli güçlüklerle savaşmaya devam ettiler. 1986'da ve 1988'de ülkenin orta bölgelerinde karşılaşılan ciddi kuraklık ve birkaç yıl sonra oluşan büyük seller sıkıntıları daha da arttırdı.
Bazı bankalar ve özellikle de tasarruf ve kredi birlikleri denilen kuruluşlar, üzerlerindeki denetimin kısmen azaltılması üzerine sorumsuz bir borç verme kampanyası sürdürdükleri için sıkı para politikaları ve akıllıca olmayan kredi uygulamaları sonucu büyük sıkıntıya düştüler. Federal hükümet bu kuruluşların pek çoğunu kapatmak ve mevduat sahiplerinin alacaklarını vergi mükelleflerinin sırtından ödemek zorunda kaldı.
1970'lerde ülkeyi sarmış olan ekonomik hastalık, Sovyetler Birliği'ndeki ve Doğu Avrupa'daki komünist rejimlerin çöktüğü yıllarda başkanlık yapan Reagan ile ardılı George Bush (1989-1992) döneminde yani 1980'lerde de tümüyle iyileşmedi. 1970'lerde 10 yılın yedisinde ticaret açığı gerçekleşti ve bu açık 1980'ler boyunca daha da büyüdü.
Asya'da birer ekonomik dinamo gibi hızla büyüyen ekonomiler Amerika'ya meydan okur konumuna geldiler; özellikle, uzun vadeli planlamaya ve şirketler, bankalar ve hükümet arasında yakın eşgüdüme ağırlık veren Japonya ekonomik büyümede alternatif bir model gibi görülmeye başlandı.
Bu sırada Birleşik Devletler'de "şirket baskıncıları" hisse senedi değerleri düşen çeşitli şirketleri satın alıp ya belirli işletmelerini satarak ya da parçalara bölerek onları yeniden yapılandırıyorlardı. Bazı durumlarda şirketler kendi hisse senetlerini almak ya da baskıncılara ödemede bulunmak için büyük paralar harcadılar.
Eleştirmenler bu çatışmaları endişeyle izliyor ve baskıncıların iyi şirketleri yok ettiklerini ve şirketlerin yeniden yapılandırılması sırasında pek çoğu açıkta kalan işçiler arasında huzursuzluk yarattıklarını ileri sürüyorlardı. Buna karşın diğer bazıları da baskıncıların ya kötü yönetilen şirketleri devralıp küçülterek yeniden karlı duruma geçirdiklerini ya da onları satıp hisse senedi sahiplerinin kar paylarını daha üretken şirketlere yatırmalarını sağladıklarını ve böylelikle de ekonomiye anlamlı katkılarda bulunduklarını söylüyorlardı.
1990'LAR VE ÖTESİ
1990'lar yeni bir başkanla, Bill Clinton'la (1993-2000) başladı. Dikkatli ve ılımlı bir Demokrat olan Clinton, kendinden önceki başkanların belirli yaklaşımlarını dile getirdi. Clinton, sağlık sigortasının kapsamının genişletilmesine yönelik iddialı önerisinin Kongre tarafından yasalaştırmasını başardıktan sonra, Amerika'da "büyük hükümet" döneminin sona erdiğini ilan etti.
Belirli kesimlerde piyasa güçlerinin devreye sokulmasına çalıştı ve Kongre ile işbirliği yaparak yerel telefon hizmetlerinin rekabete açılmasını sağladı. Sosyal yardım ödemelerinin azaltılması konusunda da Cumhuriyetçilerle işbirliği yaptı. Buna karşın, Clinton her ne kadar kamu çalışanlarının sayısını azalttıysa da hükümet ülke ekonomisinde yaşamsal bir rol oynamayı sürdürdü. Yeni Düzen döneminde yaratılan yeniliklerin çoğunluğu ve Büyük Toplum dönemindekilerin de pek çoğu olduğu gibi kaldı. Enflasyonun yeniden başladığı izlenimi yaratabilecek gelişmeleri yakından izleyen Federal Rezerv sistemi de ekonominin genel hızını düzenlemeyi sürdürdü.
1990'lar boyunca ekonomide de giderek artan sağlıklı bir gelişme sağlandı. 1980'lerin sonlarında Sovyetler Birliği'nde ve Doğu Avrupa'da komünist rejimlerin çökmesi sonucu ticaret olanakları büyük ölçüde arttı. Teknolojik gelişmeler çok sayıda yeni ve gelişmiş elektronik ürünler ortaya çıkardı.
Telekomünikasyon ve bilgisayarla haberleşme ağı konusundaki yenilikler geniş bir donanım ve yazılım endüstrisi geliştirdi ve pek çok endüstrinin çalışma yöntemlerinde devrim yarattı. Ekonomi hızla büyüdü ve şirket gelirleri de büyük ölçüde arttı. Düşük enflasyon ve düşük işsizlikle bir araya gelen büyük karlar menkul kıymetler borsasında patlama yarattı; 1970'lerin başında sadece 1.000 olan Dow Jones Endüstri Endeksi 1999'da 11.000'e yükseldi ve böylece, herkesin değilse bile, pek çok Amerikalının zenginliği arttı.
1980'lerde Amerikalılar tarafından bir model olarak görülen Japon ekonomisi uzun süreli bir daralmaya girdi ve bu gelişme de pek çok ekonomistin gerçekte daha esnek, daha az planlanmış ve daha rekabetçi Amerikan yaklaşımının yeni ve küresel ölçüde birleşmiş bir ortamda ekonomik büyüme için daha iyi bir strateji oluşturduğu sonucuna varmasına yol açtı.
Amerikan işgücü de 1990'larda belirgin bir biçimde değişti. Uzun vadeli bir hale gelmiş olan, çiftçi sayısının azalması eğilimi sürdü. İşçilerin küçük bir kesiminin endüstride kalmasına karşın büyük bir kesimi de hizmet sektöründe mağaza tezgahtarlığından mali planlamacılığa kadar yayılan görevlerde çalışmaya başladı. Çelik ve ayakkabı üretimi Amerikan endüstrisinin temeli olmaktan çıktı ve bu endüstrilerin yürümesini sağlayan bilgisayarlar ve tasarımlar onların yerine geçti.
Ekonomik büyüme nedeniyle vergi gelirleri yükseldikçe, 1992'de 290 milyar dolarla en üst düzeyine erişmiş olan federal bütçe de gittikçe küçüldü. Hükümet 1998'de, bebek patlaması için gelecekte yapılacağı vaad edilen Sosyal Güvenlik ödemeleri yüzünden büyük bir borç altına girmiş bulunmakla birlikte, 30 yıldır ilk kez bir bütçe fazlası elde etti. Hızlı büyüme ile sürekli düşük enflasyonun birlikte yürümesi karşısında şaşıran ekonomistler Birleşik Devletler'in geçmiş 40 yıldır edinilen deneyimlere dayanılarak sağlanandan daha hızlı bir ekonomik büyüme gösterme kapasitesi bulunan bir "yeni ekonomi"ye mi sahip olduğunu tartışmaya başladılar.
Sonunda Amerikan ekonomisi küresel ekonomiyle o güne kadar görülenden daha yakından bağlantılı bir konuma geldi. Kendinden önceki başkanlar gibi Clinton da ticaret engellerinin ortadan kaldırılması için bir çaba sürdürdü. Bir Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) imzalandı ve böylelikle Birleşik Devletler'le en büyük ticaret ortakları olan Kanada ve Meksika arasındaki ekonomik bağlar daha da güçlendirildi.
Özellikle 1980'lerde büyük bir hızla büyüyen Asya da önemli bir mamul mallar sağlayıcısı ve Amerikan ihraç malları için de bir pazar olarak Avrupa'ya katıldı. Dünyaya yayılan çok gelişmiş telekomünikasyon ağları sayesine dünya finans piyasaları birkaç yıl öncesine kadar düşünülemeyecek bir ölçüde birbirine bağlandı.
Çok sayıda Amerikalı küresel ekonomik birleşmenin tüm uluslar için yararlı olduğuna inanmakla birlikte gittikçe artan karşılıklı bağımlılık bir takım karışıklıklara da yol açtı. Birleşik Devletlerin büyük başarı elde ettiği ileri teknoloji endüstrilerinde çalışanların pek iyi durumda bulunmalarına karşılık, genelde işçiliğin ucuz olduğu çok sayıda yabancı ülkenin rekabeti karşısında geleneksel imalat endüstrilerinde ücretler azalma eğilimi gösterdi. Daha sonraları Japonya'nın ve diğer yeni endüstrileşmiş ülkelerin ekonomileri 1990'larda duraklamaya başlayınca küresel finans sisteminde şok dalgaları oluştu. Amerikan ekonomik politika yapımcıları yerli ekonominin gelecekteki yolunu çizerken küresel ekonomik koşulları göz önünde bulundurmak zorunda olduklarının farkına vardılar.
Yine de Amerikalılar 1990'ları yenilenmiş bir güven duygusu içinde bitirdiler. 1999 sonunda ekonomi Mart 1991'den beri sürekli bir büyüme göstermişti ve bu da tarihteki en uzun süreli barış dönemi gelişmesi oluyordu. İşsizlik Kasım 1999'da yaklaşık 30 yılın en düşük düzeyine indi ve yüzde 4,1 olarak gerçekleşti. 1998'de sadece yüzde 1,6 (1994'ten beri bir yıl dışında en düşük oran) yükselmiş bulunan tüketici fiyatları ise biraz daha hızlı arttı (Ekim 1999'da yüzde 2,4). Gelecekte pek çok tehlike ile karşılaşılacaktır; fakat, ulus XX. Yüzyıl'ı ve berberinde getirdiği çok büyük değişiklikleri sağlıklı bir biçimde atlatmış bulunmaktadır.
Amerikan Ticaret İlkeleri « Dünya Ekonomisi
Birleşik Devletler hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı bir açık ticaret sistemine inanmaktadır. Amerikan başkanları İkinci Dünya Savaşı'ndan beri dünya ticaretine katılmanın Amerikalı üreticilerin büyük yabancı piyasalara girme ve tüketicilere de seçebilecekleri daha çeşitli ürünler sağlama fırsatı yaratacağını ileri sürdüler. Amerikalı liderler daha yakın yıllarda yabancı üreticilerden gelen rekabetin çeşitli malların fiyatını da düşüreceğini ve enflasyon baskısını önleyeceğini belirttiler.
Amerikalılar serbest ticaretin diğer ülkelere de yaradığını iddia etmekte ve ekonomistler de ticaret sayesinde ülkelerin en etkin biçimde sağladıkları mal ve hizmetleri üretmeye yoğunlaştıklarını ve böylelikle tüm uluslar topluluğunun üretkenlik düzeyinin yükseldiğini uzun süredir ileri sürmektedirler. Amerikalılar, buna ek olarak, ticaretin her ülkede ekonomik büyümeyi, toplumsal istikrarı ve demokrasiyi teşvik etmesinin yanı sıra tüm dünyada gönenci, hukukun üstünlüğünü ve uluslararası ilişkilerde barışı geliştirdiğine inanırlar.
Açık ticaret sistemi ülkelerin birbirlerinin piyasalarına adil koşullarda ve ayırım gözetilmeden erişebilmelerini gerektirir. Bu amacın sağlanabilmesi için Birleşik Devletler çok taraflı ya da iki taraflı anlaşmalar uyarınca ticaret engellerini azaltarak karşılıklılık gösteren ülkelerin ABD piyasalarına girebilmelerine izin vermeye hazır bulunmaktadır.
Ticaretin liberalleştirilmesi amacıyla geleneksel olarak ticaretin önünde bulunan gümrük tarifesi engellerinin ve belirli tarife dışı engellerin azaltılmasına odaklanılmışsa da son yıllarda bazı diğer uygulamalar da bunlar arasına alındı. Amerikalılar sözgelimi her ülkenin ticaret yasalarının ve uygulamalarının şeffaf olması, yani herkesin kuralları bilip eşit koşullarda rekabet edebilmesi gerektiğini iddia etmektedirler. Birleşik Devletler ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (Organization for Economic Cooperation and Develpoment - OECD) üyeleri 1990'larda yabancı ülke yetkililerinin ticari çıkar elde etmek amacıyla rüşvet almalarının yasalara aykırı olduğunu kabul ederek şeffaflık konusunda yeni bir adım attılar.
Birleşik Devletler ayrıca yabancı ülkeleri endüstriyel düzenlemeleri gevşetmeleri, geri kalan düzenlemeleri de şeffaf konuma getirecek önlemleri almaları, yabancı şirketlere karşı ayırımcılık yapmamaları ve uluslararası uygulamalara uymaları konusunda sık sık zorlamaktadır. Amerika'nın bu ilgisi bazı ülkelerin bahis konusu düzenlemeleri ihraç mallarının piyasalarına girişini engelleyecek dolaylı bir araç olarak kullanabilecekleri kuşkusundan kaynaklanmaktadır.
Başkan Bill Clinton (1993-2001) yönetimi ABD ticaret politikasına bir boyut daha eklemiştir. Yönetim ülkelerin asgari çalışma ve çevre standardlarına uymalarını istemektedir. Amerikalılar ülkedeki göreli olarak daha yüksek çalışma ve çevre standardlarının ABD kökenli malların maliyetini yükseltebileceğinden ve bu nedenle de yerli endüstrilerine daha gevşek düzenlemeler uygulayan ülkelerin şirketleriyle rekabet edemeyeceklerinden korktukları için kısmen böyle bir tutum içine girmekte, ayrıca, yabancı ülkelerdeki işverenler uluslararası piyasalarda daha etkili bir rekabete girebilmek amacıyla işçilerini istismar eder ya da çevreye zarar verirlerse o ülkelerin serbest ticaretin sağladığı çıkarlardan yararlandırılmayacaklarını da söylemektedirler.
Clinton yönetimi söz konusu konuları 1990'ların başlarında dile getirdi ve Amerika'nın NAFTA'yı onaylamasına karşılık Kanada ve Meksika'nın çevre sorunlarına ve çalışma standardlarına uyacaklarını belirten ek anlaşmalar yapmalarında ısrar etti.
Birleşik Devletler Başkan Clinton yönetimi sırasında Uluslararası Çalışma Örgütü ile işbirliği yapıp gelişmekte olan ülkelerin güvenli işyerleri kurmalarına ve temel işçi haklarını güvence almalarına yardımcı oldu ve bu konumdaki çok ülkede çocuk işçiliğinin azaltılmasına yönelik programları finanse etti. Yine de Clinton yönetiminin ticaret anlaşmalarını çevrenin korunmasına ve çalışma standardlarına bağlama çabaları diğer ülkelerde ve hatta Birleşik Devletlerde bile çelişkili bir konu olarak kalmaktadır.
Birleşik Devletler ayırımcılık yapmama ilkelerine genelde uymakla birlikte belirli tercihli ticaret düzenlemelerine de taraf olmuştur. Sözgelimi Genelleştirilmiş ABD Tercihler Sistemi yoksulluk çeken ülkelerin Birleşik Devletler'e ihraç ettikleri bazı mallardan gümrük vergisi almayarak bu ülkelerin ekonomik kalkınmalarını teşvik etmeyi amaçlamaktadır; belirli bir mal üreticisinin ABD piyasalarında rekabet için yardıma gereksinimi kalmayınca söz konusu tercih de ortadan kalkmaktadır.
Bir başka tercihli ticaret programı olan Antiller Havzası Girişimi ekonomik bir çabalama içinde olan ve Birleşik Devletler için politik açıdan önem taşıdığı düşünülen bölgeye ekonomik destek sağlamak amacıyla yaratılmıştır; program Antillerden Birleşik Devletler'e dokumalar, belirli deri ürünleri, şeker ve petrol ürünleri dışında yapılacak tüm ihracattan gümrük vergisi alınmamasını öngörmektedir.
Birleşik Devletler politik amaçlarla serbest ticareti teşvik etmeye yönelik genel politikasından zaman zaman ayrılmakta ve insan haklarını ihlal ettiğine, terörizmi desteklediğine, uyuşturucu kaçakçılığına göz yumduğuna ya da uluslararası barış karşısında bir tehdit oluşturduğuna inanılan ülkelere yapılan ihracatı sınırlamaktadır.
Sözü edilen ticaret yasakları uygulanan ülkeler arasında Küba, İran, Irak, Libya, Kuzey Kore, Sudan, Suriye ve Birmanya bulunmaktadır. Ayrıca Kongre her yıl Çin'le "normal ticari ilişkiler" sürdürülüp sürdürülmeyeceğine karar vermekle yükümlüdür ve bu karar ticaret politikası kadar en azından Amerikalıların bu ülkenin insan hakları konusundaki uygulamalarına nasıl baktıklarına da bağlı olmaktadır.
Birleşik Devletler'in politik amaçlarla ticaret yaptırımları uygulaması yeni bir olgu değildir. Amerikalılar 200 yılı aşkın bir süre önce yaşanmış olan Amerikan Devrimi günlerinden beri yaptırımlara ve ihracat kontrollerine başvurmaktadırlar. Yine de Kongre ve federal kuruluşlar dış politika amaçlarına erişmekte ticaret politikasının etkili bir araç olup olmadığını hala yoğun bir biçimde tartışmaktadırlar.
American Stock Exchange AMEX « Dünya Ekonomisi
Amerika Birleşik Devletleri'nde "New York Menkul Kıymetler Borsası'ndan (NYSE) sonra ikinci büyük menkul kıymetler borsasıdır. Faaliyetine Amerikan İç Savaşı'ndan önce başlamıştır. 1921 yılına kadar faaliyetlerini gayrıresmi olarak sürdürmüş ve bu nedenle de "New York Curb Exchange" diye adlandırılmıştır.
AMEX'in 1953 yılına kadar süren tarihi oldukça renkliydi. Wall Street'te "broker" lar rengarenk giysileri ile sokakta dolaşırlardı ve halk onları bu giysilerinden tanırdı. Bir "broker" ın ofisine telefonla bir sipariş geldiğinde, ofistekiler bunu penceresinden aşağıdaki "broker" a el ile veya diğer işaretlerle iletirlerdi. Bugün tekniğin sağladığı olanaklardan AMEX de en geniş şekilde yararlanmaktadır.
AMEX, menkul kıymetleri borsa listesine kaydetmek için NYSE kadar titiz seçici davranmamaktadır. Bu nedenle, genellikle küçük ve yeni şirketlerin menkul kıymetleri AMEX'te borsa listesine alınmaktadır. Şirketlerin birçoğu için AMEX, NYSE ile Over-the-Counter (OTC - borsa dışı işlemlerin yapıldığı piyasa) arasında bir geçici basamak niteliği taşımaktadır. Örneğin, General Motors ve Dupont bu basamaktan geçmişlerdir.
Öte yandan NYSE yıllarca varantları borsa listesine almamışken AMEX aksi yönde davranmıştır. Ancak, NYSE de artık bazı şirketlerin (American Telephone and Telegraph Company gibi) varantlarını borsa listesine almaya başlamıştır.
AMEX, 32 üyeli bir Başkanlar Meclisi tarafından yönetilmektedir. Borsa tarafından belirlenmiş politikaları uygulayan, meclis başkanıdır. Başkanlar Meclisi, AMEX'i oluşturan sürekli (regular) ve yardımcı (asso ciate) üyeleri, yönetim, menkul kıymetler, işlemler, salon denetimi ve halkla ilişkiler olmak üzere beş bölüm vardır.
AMEX'te 499 yer (seat) ya da sürekli üyelik vardır. Sürekli üye olabilmek için Amerikan vatandaşı olmak, 21 ve daha yukarı yaşta olmak, Başkanlar Meclisi'nin üçte ikisi tarafından üyeliğe kabul edilmek gerekir. Üyelik fiyatı ve yıllık aidatı NYSE'ye kıyasla daha düşüktür.
Borsada, sayısı kısıtlanmamış olmakla birlikte, 400 yardımcı üye vardır. Ayrıca, AMEX'de salonlarda muamele yapan spesiyalist, broker ve aracı olmak üzere üç tür üye daha vardır.
Borsada, hem borsa listesine alınmış hem de alınmamış menkul kıymetler işlem görebilmektedir. Borsa listesine alınmış firmalar bir listeye alınma ücreti (listingfee) öderler. Borsa listesine alınacak şirketlerin belirli niteliklere sahip olmaları gerekir: Bir şirketin borsa listesine alınmasına Başkanlar Meclisi karar verir.
AMEX'te işlem gören menkul kıymetlerin yaklaşık %4'ü borsa listesinde kayıtlı değildir. AMEX, yabancı menkul kıymetlerin işlem görmesi açısından öncü borsa durumundadır.
Avrupa Para Birliği « Dünya Ekonomisi
Avrupa'nın parasal açıdan bütünleşmesini ifade eden Avrupa Para Birliği fikri, tek bir Avrupa Para Birimi'nin yaratılmasını, tüm AET ülkeleri için tek bir Merkez Bankası'nın oluşturulmasını öngörmektedir.
Bu konuda ilk girişim Barre Planı olmuştur. 1969'da AET Konseyi tarafından kabul edilen I. Barre Planı'nı Werner Planı izlemiştir. Bu plan, 1971-81 yılları içinde ekonomik ve parasal birliğin aşamalı olarak oluşturulmasını öngörmekte idi. Bazı yazarlarca "büyük düş" olarak nitelenen Avrupa Para Birliği kurulması düşüncesi, günümüzde önemli adımların atılmış olmasına karşın, topluluk ülkelerinin ekonomilerindeki farklılıklar nedeniyle gerçekleşebilmiş değildir.
Avrupa Para Birliği yolunda atılan önemli girişimlerden birisi, 1979'da yürürlüğe giren Avrupa Para Sistemi'dir. Bu alandaki en son ve en önemli girişim de 1991 yılındaki Maastricht Antlaşması ile olmuş ve en geç 1999 yılında tek paraya geçilmesi kararlaştırılmıştır.
Bankacılığın Tarihçesi « Dünya Ekonomisi
Paranın genel bir değişim aracı olarak kullanılmaya başlanmasından önce, tüccar senetleri ve mal karşılığı kredi şeklinde ilkel banka işlemleri yapılmaya başlanmıştır. Bankalar, günümüzdeki yapılarına ticaret ve sanayinin geliştiği son çağlarda ulaşmışlardır. İlk ticari itibar belgelerinin Mezopotamya’da kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle İ.Ö. 5. ve 6. yüzyıllarda arazi ipoteği ve kefalet karşılığı kredi işlemleri yapılmıştır. Ayrıca, halkın tapınaklara ve ilahlara armağan ettikleri ayni maddeler, kredi sisteminin kaynağını oluşturmuştur. Bu kaynağın din görevlilerince gelir sağlamak amacı... Devamı »»»
Borsalar Tarihi « Dünya Ekonomisi
Borsa sözcüğü, Bruges Kenti'ndeki "Hôtel des Bourses" denilen ve armasında üç tane para kesesi bulunan bir hanın adından gelmektedir. Burada toplanan yerli ve yabancı iş adamları, satılık malların örnekleri üzerinden alışveriş yaparlarmış. Mal örneği üzerinden senetle alım satıma Ortaçağ fuarlarında da rastlanırdı. Ancak Hôtel des Bourses’ün ünü kısa sürede yayılmıştır.
1531’de Anvers’de ilk borsa binası açılmıştır. Anvers Borsası’nı kısa ara ile Lyon Borsası ve Toulouse Borsası izlemiştir. Londra’da The Royal Exchange 1571’de hizmete girmiştir. Anvers Borsası’nın 1576’da tahrip edilmesi üzerine ticari ve mali işlemler Amsterdam’da yürütülmüştür. Amsterdam Borsası 1611’de inşa edilmiştir. 1662’de yeni bir borsa binası yaptırılmıştır.
New York Borsası 1792’de 24 iş adamının girişimiyle kurulmuştur. Paris Borsası ise 1724’te açılmış ve ilk binasının yapımı 1826’da tamamlanmıştır.
Dolar « Dünya Ekonomisi
Dolar sözcüğü, 16. yüzyıldan sonra Alman para birimi olarak kullanılan "Thaler" in değişmiş bir şeklidir. Amerika'nın keşfinden sonra İspanya Kralları tarafından yaratılan gümüş parayı ifade eden "Dolera" dan gelmektedir.
Dolar, 22 Haziran 1776'dan beri Amerika Birleşik Devletleri'nin para birimidir. ABD bağımsızlığına kavuşunca dolar, gümüş para olarak basılmaya başlandı ve 1786'da ağırlığı 24,3 gram olarak belirlendi.
1792'de bimetallizm (çift metalli sistem) uygulanarak tanımın kapsamına altın da alındı; 1 dolar, 24,06 gram saf gümüş ve 603,8 miligram saf altına eşit sayıldı. ABD Doları 100 cent'e ayrılmaktadır. Amerikan Doları’ndan türeyen Kanada Doları da aynı şekilde 100 cent'e bölünmüştür.
Altından kaçış karşısında 1837'de tanım değişti. 1849'da Kaliforniya'daki altın yataklarının keşfedilmesinden sonra ise ilk altın dolarlar basıldı. Ne var ki, boyutları çok ufak olan bu paralar fazla yaygınlaşmadı. 1933-34 yıllarında bütün altın paralar devlete devredilerek altın külçe sistemine geçildi. Bu sistemle altın-dolar paritesi 1 ons altın (yaklaşık 31 g) = 35$ olarak saptandı ve dolanıma sürülecek dolarlar için %25 altın karşılık bulundurma zorunluluğu getirildi. ABD içinde dolarların altına çevrilmesi de yasaklandı ve altın rezervlerinin yalnız dış taleplerin karşılanmasında kullanılması öngörüldü.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Bretton-Woods sistemi, dolara bütün uluslararası işlemleri düzenlemek gibi çok önemli bir işlev tanıyarak, bu para birimini "anahtar para" durumuna getirdi. Ancak 1971'de ABD, sahip olduğu altın rezervleri ile yaratılmış olan dolar hacmi arasındaki açığın büyük boyutlara erişmesi karşısında, doların altına konvertibilitesini kaldırdı.
Dow Jones Endeksi « Dünya Ekonomisi
ABD'nin mali merkezi Wall Street'te hisse senetlerinin endeksine bu ad verilir. Burada dünyanın en ünlü şirketlerinin hisse senetleri alınıp satıldığından, indeksin genel gidişi aynı zamanda dünya ekonomisinin gelişimini gösteren bir ölçüt niteliğindedir.
Enternasyonaller « Dünya Ekonomisi
Dünya işçi sınıfı hareketinin, uluslararası dayanışma ve örgütlenmeyi sağlayabilmek için, 19. yy'ın ikinci yarısında başlayan çalışmaları sonucu oluşturulan konferans ve sekreteryalara verilen addır.
Birinci Enternasyonal
1864 Eylülü'nde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman işçi örgütlerinin yöneticileri tarafından Londra'da kurulmuştur. Birliğin tüzüğü ve manifestosu Alman delegeleri arasında bulunan Karl Marx, Friedrich Engels tarafından kaleme alınmıştır.
Bu manifestoda ortaya konulan temel düşünceler şunlardı: Proleteryanın bir sınıf partisi olarak örgütlenmesi, sosyal içerikli yasalar için savaşım, işçi kooperatiflerinin kurulması, gizli diplomasiye karşı savaşım, burjuva sınıf egemenliğinin yıkılması, işçi sınıfının ekonomik kurtuluşu ve bütün ülkeler işçilerinin birlik ve dayanışması.
Birinci Enternasyonal'in merkezi Londra'daydı. İngiliz ve Almanlardan oluşan bir yürütme kurulu vardı. Cenevre, Lozan, Brüksel, Basel ve La Haye'de beş kongre topladı. Daha sonra merkezi New York kentine taşındı. Ancak burada iyice etkisizleşti.
Birinci Enternasyonal içinde önceleri Prudhoncularla Marksistlerin çatışması vardı. Daha sonra Bakunin'in Enternasyonal'e katılmasıyla, Marx-Bakunin çatışması ortaya çıktı. La Haye Kongresi'nde bu nedenle bölünme oldu. İkinci Enternasyonal: 1889'da Paris'te toplandı.
Birinci Enternasyonal'in aksine, merkezi bir örgüt olma çabasına hiç girişmedi, hatta 1900'e gelene dek formel bir sekreterya bile oluşturmadı. İkinci Enternasyonal sekiz kongre yaptı. Bunlar Brüksel (1891), Zürih (1893), Londra (1896), Paris (1900), Amsterdam (1904), Stuttgart (1907), Kopenhag (1910) ve Basel (1912) kongreleridir.
İkinci Enternasyonal
Sekreteryası 1900'dan itibaren Brüksel'de çalışmaya başladı. İkinci Enternasyonal'in düzenlediği kongrelerde ilk yıllarda anarşizm ile marksizm arasındaki sınır üzerinde derinliğine tartışıldı. Daha sonraki yıllarda tartışılan konular sınıf savaşının ilkeleri ve sosyalist partilerin burjuva partileri ile koalisyonlara katılmasının uygun olup olmayacağı idi.
Birinci Dünya Savaşı'nın yaklaştığı yıllarda ise en çok üzerinde durulan konu savaş tehlikesi ve bir savaş anında işçi sınıfının alması gereken tavır oldu. Birinci Dünya Savaşı çıkınca İkinci Enternasyonal'in çalışmaları kesildi.
1919 Martı'nda SSCB Moskova'da Üçüncü Enterasyonal'i toplayarak (Komintern) İkinci Enternasyonal'in dağıtıldığını ilan etti. Ancak Avrupa'nın sosyal-demokrat kimi partileri, İkinci Enternasyonal'in devamı olarak Sosyalist Enternasyonal'i oluşturdular.
Üçüncü Enternasyonal
1919 Martı'nda Moskova'da toplandı. Temel amacı dünya sosyalist devrimi'nin örgütlenmesi ve kanalize edilmesiydi. Rusya dışında Avrupa devriminin gerçekleşmemesine karşın, Üçüncü Enternasyonal 1943'e dek yaşadı.
Bu tarihte SSCB'nin kapitalist müttefiklerine bir cemilesi olarak kapatıldığı ilan edildi. Bu arada 1937'de Meksika'da Troçki tarafından Dördüncü Enternasyonal ilan edilmiştir.
Florin « Dünya Ekonomisi
Venedik Dükalığı tarafından çıkarılan altındır. 993 ayar ve 1 dirhem 1/4 kırat ağırlığındadır. Osmanlı İmparatorluğu'nda, 1468'de ilk altın para olan Yaldızlı Altın'ın tedavüle çıkmasına kadar en çok aranan yabancı altın para olmuştur. Taklitleri çıktığı için hükümet üzerlerine "sağ" damgası vurmak zorunda kalmıştır. Bazen "Düka Altını" adıyla da anılmıştır.
Frank « Dünya Ekonomisi
Fransa, Belçika, İsviçre, Madagaskar, Saint-Pierre-Miquelon, Reunion, Kara Afrikası, Polinezya ve Yeni Kaledonya ülkelerinin kullandıkları para birimidir. Fransız Frangı ilk kez, Kral 2. Jean'ı İngilizlerin elinden kurtarmak amacıyla 1360 yılında basılmıştır. Bu Franklar 3,877 gr. saf altındandı ve üzerinde zırhlı bir şövalye kabartması bulunmaktaydı. Kralın kurtulmalığı olarak basılan bu altın sikkelerin üzerine kürazad anlamına gelmek üzere, Franc yazılmıştır.
İlk gümüş Fransız Frangı 1575'de bastırılmış ve Fr. Frankı'nın değeri ilk kez 7. Şarl zamanında düşürülmüştü. 3. Louis, Frank'ı tedavülden kaldırmış, ancak Fransız Devrimi ile bu para birimi geri gelebilmiş ve değeri 5 gr. gümüş olarak saptanmıştır.
1803'te, Napolyon, çift metal sistemini getirerek altın ve gümüş franklar arasında bire 15,5 değer oranı saptamıştır. 1928 yılında, Raymond Poincare, eski değerinin 1/5 üzerinden Frank'ı yeniden altına bağlamıştır. Çeşitli develuasyonlar geçiren Frank, bu develuasyonları gerçekleştirenlerin adıyla anılmış (Franc Auriol 1936, Franc Bouret 1938 ve Franc Reynaud 1940), Georges Bonnet'nin yaptığı devalüasyonu izleyen dönemde Frank, esnek bir değer alarak yüzen frank olarak anılmıştır.
Ortak Pazar'a girerken, De Gaulle'ün yaptığı devalüasyon sonrası Frank istikrarlı bir duruma gelmiş, 1960'ta Yeni Frank oluşturulmuş, 100 Eski Frank'a bir Yeni Frank değiştirilmiştir. 4,93 Yeni Frank 1 dolar olarak döviz kuru tesbit edilmişir.
IMF « Dünya Ekonomisi
Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund) (IMF), 1944 yılında uluslararası para sisteminin esaslarını belirleyen Bretton Woods Anlaşması gereğince kurulmuş ve 1 Mart 1947’den itibaren fiilen çalışmaya başlamıştır. Merkezi Washington’dadır.
Guvernörler Meclisi, İcra Kurulu ve Genel Müdür olmak üzere üç yönetim organı vardır. Üye ülkelerin maliye bakanlarından oluşan Guvernörler Meclisi, yılda bir defa toplanır. İcra Kurulu ise 6’sı atanmış ve 14’ü seçilmiş olmak üzere 20 direktörden meydana gelir. Fondaki en yüksek paya sahip 6 ülke, kendilerini temsil edecek direktörleri doğrudan atarlar. Geri kalan üyeler ise gruplara ayrılır ve her grup bir direktör seçer.
Üye ülkelerin Uluslararası Para Fonu’na verdikleri kaynaklardan meydana gelen kotalar, özel çekme hakkına göre hesaplanır. Her ülkenin %25’i altın, %75’i ulusal paradan oluşan kotası, temsilcilerin oylarının ağırlığının yanı sıra kredilerin sınırlarını da belirler.
Uluslararası rezerv yetersizliğini gidermek için likidite yaratacak bir kurum olarak oluşturulan Uluslararası Para Fonu’nun gerçekleştirmeye çalıştığı amaçları şöyledir:
Uluslararası ticaretin gelişmesini sağlamak üzere ülkelerde tam istihdam üretim seviyesine ulaşılması.
Gelişme hızlarının artırılması.
Sabit kur sisteminin gerçekleştirilmesi ve kurlarda istikrarın sağlanması.
Tek yönlü devalüasyonların olanaklar oranında önlenmesi.
Ödemeler dengesi sorunlarının çözümüne yardımcı olmak için üye devletlere kredi verilmesi ve ticari serbestliğe kavuşturulması.
Kararlı kur politikası ile ulusal para politikaları arasında koordinasyon kurarak, kambiyo piyasalarına istikrar kazandırılması.
Konvertibiliteden, çok yanlı ödeme sistemi ve uluslararası uzmanlaşmadan tam yarar sağlanması.
Fon’un ana sözleşmesinde yer alan bu amaçlar, döviz kuru istikrarı, döviz kontrolleri ve ithal kısıtlamalarının kaldırılması ve yeterli uluslararası likidite sağlanması olmak üzere üç ana nokada odaklanmaktadır. Döviz kuru istikrarının sağlanması için her ülke, ulusal parasını altınla tanımlamakta ve parite döviz kurunu Fon’a bildirmektedir. Ancak önemli bir dengesizlik durumunda paritesini değiştirebilmektedir.
Döviz kontrolü ve ithalat kısıtlamalarının kaldırılması ilkerine göre ülkeler, dış ticaret kısıtlamalarına gitmeyeceklerdir. Bu amaçla Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ve Avrupa Tediyeler Birliği (EPU) olmak üzere iki anlaşma yapılmıştır. Avrupa paralarının konvertibl olması üzerine EPU’nun da görevi bitmiş, yerine Avrupa Para Anlaşması (EMA) yapılmıştır. Öte yandan ülkelerin kotalarından oluşan fondan yapılan çekmeler, ülkelere ek bir likidite olanağı yaratmıştır.
Üye ülkeler, kotanın %25’ini oluşturan altınla yaptıkları ödemeyi, istediklerinde geri çekebilmekte, buna karşılık kredi dilimini meydana getiren %75’lik kısmı ise IMF’in onayıyla kullanabilmektedirler. Üyelerin, IMF’den kredi sağlayabilmeleri, statü hükümlerine ve İcra Kurulu’nun koyduğu esaslara bağlı olarak şu şekillerde olmaktadır:
Normal çekme hakları
Üye ülkeler, altın olarak yatırdıkları katılma paylarını, yani fondaki rezervlerini kullanırlar. Daha sonraki krediler, katılma payının %200’ünü geçmemek şartıyla verilir. Fondaki rezerv pozisyonlarından (kotalarından) arta kalan kısımdan verilen bu kredilerin karşılığı, ulusal parayla ve peşin olarak ödenir.
Özel çekme hakları
Üye ülkelerin devamlı artan ödemeler dengesi sorunlarının normal çekme hakları ile giderilememesi ve özel anlaşmalar (stand-by arrange ments) yapılmaya başlanması üzerine 1970 yılından itibaren her üye ülke için belli miktarlarda özel çekme hakkı getirilmiştir.
Altın kambiyo sisteminin yerine geliştirilen bu sistemin esası soyut bir birim olan SDR’dir (Special Drawing Right). Üyelerin bundan yararlanabilmeleri için para, maliye, dış ticaret, ödemeler dengesi hakkındaki bilgileri sunmaları ve gösterdikleri gerekçelerin IMF tarafından haklı bulunması gerekmektedir.
1990’ların başlarında 177 ülkenin üye olduğu IMF’e Türkiye, 14 Şubat 1947 tarihli ve 5016 sayılı yasayla katılmıştır.
Japon Pazarlama Tarzı « Dünya Ekonomisi
Japon işletmelerinin pazarlamadaki başarısı, biranda gerçekleşen bir olgu değildir. Geçmişte atılan rasyonel adımların sonucudur. Düşük fiyat, malda, ambalajda ve hizmette yüksek kalite, yeni mal geliştirmede başarı, iyi seçilmiş pazarlama hedefi ve güçlü pazarlama bilgisi Japonlara uluslar arası prestij kazandırmış ve Japon malları dünyada en çok aranan mallar olmuştur. Japonya'da pazarlama konusu incelenirken, her şeyden önce Japon pazarlamasının şu genel özellikleri göz önünde tutulmalıdır:
1) Japon pazarlaması uluslar arası boyutludur; böyle olması bir zorunluluktur. Nedeni, Japonya'nın hemen tüm doğal kaynaklardan yoksun olmasıdır. Doğal kaynakları ithal etmek ve ürettiği malları ihraç etmek, Japonya için zorunlu bir yaşam biçimidir.
2) Pazarlar titizlikle incelenmiş, ihtiyaçlar ve istekler öğrenilmiş, uygun mallar geliştirilmiş; ayrıca çok iyi pazarlama stratejileri ve taktikleri oluşturulmuştur.
3) Japonlar, pazarlamayı kendi sosyal ve kültürel yapılarıyla uyumlu kılmışlardır.
ULUSLARARASI PAZARLARA GİRME STRATEJİLERİ
1960'lı yılların başında, Japon işletmeleri, önce ulusal pazara eğildiler. Ulusal pazardaki payı büyüterek, maliyetlerini düşürmek için çalıştılar. Gerekli teknolojiyi de ele geçirerek, Batı ülkelerinden ithal edilen malların ikamelerini üretmeye başladılar. Devlet de, ithal yasakları koyarak, gümrük vergilerini arttırarak ve yabancı sermaye yatırımlarını sınırlayarak, işletmelere yardımcı oldu. Sonuçta, hemen tüm iç Pazar ele geçirildi.
Çok daha önemli olan, tüketicilerin, gelirlerinin artmasına paralel olarak satın alma davranışlarını değiştirmelidir. Geleneksel biriktirme alışkanlıklarını bir yana bırakan tüketiciler, alımlarını çok arttırdılar, lüks mallara yöneldiler ve Japonya tüketim toplumuna dönüştü.
Ulusal pazarın ele geçirilmesi, üretim hacmini büyüttü, dolayısıyla üretim maliyetlerinin düşmesine yol açtı. Böylece, rekabet üstünlüğü sağlayan işletmeler, uluslar arası pazarlara girme çabalarına başladılar. Hangi pazarlara girileceğini belirlemek üzere araştırmalar yapıldı ve Pazar giriş stratejileri ve taktikleri geliştirildi ve uygulamaya geçildi. Uluslararası pazarlara girmede şu üç strateji benimsendi:
· malların iç pazarlardan gelişmekte olan ülkelere, oradan da gelişmiş ülkelere pazarlanması.
· yüksek teknolojili ürünlerin iç pazar garantiye alındıktan sonra gelişmiş ülkelere, sonra da gelişmekte olan ülkelere pazarlanması.
· (bazı malların iç Pazar için değil de yalnızca dış pazarlar için üretilmesi) malların önce gelişmiş ülkelere, sonra ulusal pazara, en sonra da gelişmekte olan ülkelere pazarlanması.
Birinci stratejiye göre, üretim fazlaları gelişmekte olan Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerine ihraç edildi. Bunun nedeni, o ülkelerde daha az rekabetin olması ve ülkelere satılan malların batı standartlarına uygun olmamasıdır. Bu ülkelerin satın alma güçleri zayıf olduğu için de o ülkelere satışta düşük fiyat politikası izlenmektedir.
İkinci stratejiye göre, bazı işletmeler gelişmiş ülkeler arasında, önce Avrupa ülkelerine, sonra da ABD'ye girdiler. Nedeni, ilk aşamada, ABD'nin çok güçlü işletmeleriyle rekabete girmek istememeleriydi. Örneğin, inşaat ve tarım makineleri alanlarında, Avrupa pazarlarında yeterli pazar payları ele geçirildikten sonra gözler ABD'ye çevrildi.
Üçüncü stratejiye göre, bazı işletmeler iç pazarı bir yana bırakıp, önce gelişmiş ülkeleri hedef pazar olarak seçtiler. Bu stratejilerin başarıyla uygulanmasıyla, uluslar arası pazarlar kısa süre içinde kapsandı, güçlü ve tekin bir pazarlama ağı örüldü.
PAZARLAMA STRATEJİLERİ
*Pazar stratejisi: Japon işletmeleri, gerek ulusal pazarda, gerekse uluslar arası pazarlarda, pazarı bölümleyerek hedef pazarı ya da pazarları seçme stratejisini benimsemişlerdir. Uluslar arası pazarlar, genellikle, coğrafi bakımdan ve ülkenin gelişmişlik düzeyine göre bölümlenmiş ve girilecek pazarlar seçilmiştir.
*Mal stratejisi: Seçilen hedef pazarların ihtiyaçlarına ve isteklerine uygun mallar geliştirilmiştir. Başlangıçta malların kalite standartları oldukça düşüktür. Ama kalite standartları hızla geliştirilmiş ve pazarın ihtiyaç ve isteklerine uygun kalitede malların pazarlanması sağlanmıştır.
*Fiyat stratejisi: Pazarı ele geçirmek için rekabetçi fiyat stratejisi, hem iç hem de dış pazarlarda uygulanmıştır. Bu strateji şu şekilde formüle edilmiştir: << Kaliteyi yükselt-maliyeti düşür-fiyatı düşür-pazarı ele geçir >> genelde düşük fiyat stratejisinin uygulanabilmesi için, maliyetlerin düşürülmesi gerekir. Japonya'da da bu yapılmıştır. Pazar payı arttırılarak büyük ölçek ekonomisi sağlanmış, böylece elde edilen maliyet avantajı fiyatlara yansıtılmıştır. Kuşkusuz, üretim ve dağıtımın etkili kılınması ve mal kalitesinin yükseltilmesi de pazarların ele geçirilmesinde çok etkili olmuştur.
Dış pazarlara da düşük fiyatlarla girilmiştir. Bu taktik gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde aynı biçimde kullanılmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde tüketicilerin satın alma güçleri yetersiz olduğunda, bu düşük fiyat taktiğini uygulamak bir bakıma zorunluydu. Gelişmiş ülkelerde ise, düşük fiyat politikası rekabet aracı olarak kullanılmıştır.
Ulusal Pazar ele geçirildikten ve yabancı işletmelerin ulusal pazara girmeleri çeşitli yollarla engellendikten sonra, iç pazarda yabancı işletmelerin rekabeti hemen hemen ortadan kalktı. Sonuçta fiyat taktiğinde bir değişme oldu; bir çok mal, iç pazarda, dış pazarlara göre daha yüksek fiyatlarla satılmaya başlandı. Damping dene bu uygulamanın dayandığı temel düşünce şudur: Belirli pazarlarda elde edilen karları, başka pazarları ele geçirmek için kullanmak.
*Dağıtım stratejisi: Ulusal dağıtım sistemi, kendine özgü geleneksel bir yapıya sahiptir. Dağıtım kanalında yer alan aracılar çok sayıda görevliler kullanılmaktadır. Toptancılar ve perakendecilerin desteklenmelerinin gerekli olduğu, sosyal etkileri olan bir sistemdir. Sistemin karmaşık olması, yabancı işletmelerin Japon pazarına girmelerini güçleştiren engellerden biridir.
Ulusal dağıtım sistemini geliştirmek ve etkili kılmak için çalışmalar yapılmaktadır. Ülkenin coğrafi bakımdan küçük olmasının fiziksel dağıtım eylemlerini - özellikle taşımayı - kolaylaştırdığı gözden kaçırılmamalıdır. Uluslararası pazarlardaki dağıtım uygulamaları çok daha değişik bir yapıdadır. Pazara girmenin ilk aşamasında şu üç uygulamaya başvurulur:
1- üretim işletmelerinin bir çoğu, yabancı ülkelerin sosyal yapılarını, işletme gereklerini, yasal düzenlemeleri ve dillerini bilen büyük Japon ihracat şirketlerini kullandılar. Bu şirketler, işlerin büyük boyutlu olması ve deneyimli olmaları nedeniyle, dağıtım maliyetlerinin düşük olmasını sağladılar.
2- Bazı işletmeler girilen ülkenin yerel dağıtım işletmeleriyle anlaşmalar yaptılar. Böylece yerleşik dağıtım sisteminden yararlandılar.
3- Bazı işletmeler de - özellikle ABD pazarında - iyi işlemeyen dağıtım kanallarına ve pazarlama uzmanlarına sahip olan yerel yöneticilerle çalıştılar.
*Reklam stratejisi: Japon reklamları duygusal, baş döndürücü ve dolaylı mesajlar veren yapıdadır. Ayrıca, reklamlarda, yumuşak ses ve müzik ile çok güzel görüntülere yer verilir. Pazara sunulan malların, üreticinin titiz çabaları sonucunda geliştirilmiş mallar olduğu vurgulanır. Böylece tüketicilerde üreticinin olumlu imajı uyandırılmaya çalışılır.
*Bilgi toplama stratejisi: Japon yöneticileri dağıtım kanalında yer alan toptancı ve perakendecilerden doğrudan bilgi toplamaya çok önem verirler. Dağıtım kanalında yer alan aracıları ziyaret ederek elde edilen bilgiler <<soft data>>; mal gönderme, stok düzeyleri ve perakende satışlarla ilgili bilgiler <<hard data>> diye adlandırılır. Bu iki tür bilginin, tüketicilerin davranışlarını ve isteklerini en iyi biçimde yansıttığına inanırlar.
Bir pazara girerken <<soft>> veriler üst ve orta düzey yöneticiler tarafından toplanır. Nedeni, aracıları ziyaret ederek toplanan bilgilerin, pazara girme açısından ve sonra da iyi ilişkiler geliştirme açısından çok kritik bilgiler olduğuna inanılmasıdır. Yöneticiler, kendi mallarını rakiplerininkilerle karşılaştırmak istediklerinde <<hard>> veriler ele geçirmek isterler. Bunu için de malın dağıtım kanalındaki gerçek akışını gösteren stok, satış ve başka bilgileri toplarlar.
YÖNETİM ÖZELLİKLERİ
Pazarlama eylemleri, işletme, satış ya da kar eylemleri olarak değil, insan eylemleri olarak görülür, dolayısıyla insan faktörüne çok önem verilir. Pazarlama yöneticisinin temel görevi, görevlileri yetiştirmek, işbirliğine ve uyumlu çalışmaya alıştırmak ve olabildiği ölçüde işletmeye katkıda bulunmasını sağlamaktır.
Pazarlama eylemlerini yürüten üyelerin yetkileri ve sorumlulukları kesin çizgilerle belirlenmemiştir. Üyeler tek bir eylem türüne bağlanmamışlardır. Pazarlama eylemleri sadece pazarlama departmanının sorumluluğunda değildir. Pazarlama bölümü dışında kalan bölümlerin yöneticileri de pazarlama eylemleriyle ilgilenirler.
Japon pazarlamasının güçlü yanı, pazarlama stratejileri ve taktikleri geliştirmekten çok, uygulamadadır. Uygulamanın etkili olmasında şu özellikler önemli rol oynar: Japon işletmelerinde orta yönetim basamağındaki yöneticiler, eylemlerin yönetiminde önemli rol oynarlar. Bunlar çok iyi yetiştirilmiş, alttan başlayarak, yönetici düzeyine yükselmiş, yaşamları boyunca işletmede görev yapan kişilerdir. Dolayısıyla işletmeyi ve çevreyi çok iyi bilirler. Üst yönetimle ve alt basamaktaki görevlilerle kolayca ilişkiler kurarlar. Etkili planlar ve programlar geliştirirler.
İkinci özellik, Japonya'da üst düzey yöneticilerin, pazarlamayla ilgili olarak, <<eylem normları>> koymalarıdır. Bu normlar, oldukça geneldir ve pek de açık-seçik değildir. Böylece, uygulamacılara esneklik verilmiş olur. Üçüncü özellik ise, işletmenin kurucusunun karizmasının ve önderlik yeteneklerinin, pazarlama eylemlerinin etkili bir biçimde yürütülmesinde itici güç olmasıdır.
Oluşturulan pazarlama stratejileri ve taktikleri kolayca kavranabilir ve ilgili taraflarca desteklenir. Stratejiler esnektir, değişen koşullara çabucak uyum sağlayabilir ve oldukça kısa süreli amaçlara yöneliktir. Ancak, işletme sahipleri ve finans kurumları kısa sürede kar için baskı yapmazlar, önemli olan belirlenen pazara girmek ve planlanan Pazar payını elde etmektir.
DEVLETİN ROLÜ
Devlet kuruluşları, işletmeleri ve iş hayatını yönlendirme çabalarında bulunur. Ancak emri vermez, dikte etmez, sadece özendirici ve caydırıcı biçimde davranır. Devletçe hazırlanmış merkezi bir plan yoktur. Bir çok ekonomik karar, ilgililerin düşünceleri alınarak oluşturulur.
Japon pazarlamacıları devlet kurumlarıyla iyi ilişkiler kurarlar ve uyumlu biçimde çalışırlar. Geliştirdikleri projeler ve stratejilere ilişkin bilgileri ilgili devlet kurumlarına verirler. Bu arada büyük işletmelerin küçük işletmelerle şiddetli rekabete girmelerini önlemek üzere bazı önlemler alındığını da belirtmek gerekir.
Türkiye İle Japonya'nın Pazarlama Sistemlerinin Karşılaştırılması
Japonya ile Türkiye'nin kıyaslaması yapıldığında, Japonya'nın pazarlamada elde ettiği başarıların Türkiye için niçin sağlanamadığı sorusu akla getirilebilir. Bu anlamda Japonya'nın izlediği yol ve uyguladığı yöntemler değerlendirilerek Türkiye'nin içerisinde bulunduğu şartlara göre yaralı sonuçlar oluşturacak fikirler geliştirilebilir. Bir ülke teknolojiye iki şekilde sahip olabilir, bunlar; 1- satın almak, 2- teknolojiyi üretmek olarak sıralanabilir.
Bunlardan satın almak çok pahalıya mal olabilirken, ikincisinde ise çok büyük sermaye, bilgi, tecrübe gibi faktörlere ihtiyaç vardır. Kısaca, her ikisinin de yerine getirilmesi için finansal kaynak gereklidir. Japonya ise özellikle teknolojiyi alırken tamamen dışarıya bağlı kalmayıp, piyasadaki mevcut teknolojiyi aynen alıp, yeni gelişmeleri onun üzerine inşa ederek bugünkü konumuna ulaşmada önemli oranlarda yol kat etmiştir. Böylece mükemmeli başarmada her şeye sıfırdan başlamayarak büyük bir zaman ve finans kaybını önlemiştir.
Türkiye'nin böylesi durumlarda yapabilecekleri ve dışa açılma politikalrını geliştirmesi açısından yapması gerekenler şöyle sıralanabilir: Türkiye 1980 sonrası dönemlerde, iç talebin azalmasından dolayı artan ürün fazlalıklarının azaltılması düşüncesi ihracatın artmasına sebep olmuştur; ancak, devletin vermiş olduğu teşvikler ve sağlamış olduğu sübvansiyonlara rağmen Türkiye'nin dünya ticaret hacminden aldığı pay istenilen seviyelerde değildir. Türkiye'nin ulusal ve uluslar arası pazarlama açısından amaçlarını yeni gelişmelere göre gözden geçirmesi gerekmektedir.
Pazarlama yönetiminde, kişilerin veya kurumların değil toplumun menfaatini hedefleyen ve böylece toplumun katılımını sağlayabilen sosyal pazarlama anlayışının önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Modern ve sosyal pazarlama anlayışının, ulusal ve uluslar arası pazarlama alanındaki gelişmeleri hızlandırıcı etkisinden faydalanabilmek için: devlet, tüketiciyi koruma kanunları; sanayi yatırımlarına yeterli teşvik ve indirimler; çevreyi ve insan sağlığını korumaya yönelik yatırımları özendirme; okullar, kalifiye eleman yetiştirme kursları, topluma karşı sorumluluk duygusunun geliştirilmesine yönelik çalışmaların ödüllendirilmesi gibi faaliyetlerle destek olmak durumundadır.
Türkiye bir müddet Japonya gibi ithal ikamesine yönelip, daha sonra dünya pazarlarına çok uluslu şirketler, ortaklaşa yatırımlar, yabancı sermaye yatırımı özel veya resmi ihracat büro ve acentaları açarak girebilir ancak, burada diğer ülke özellikleri dikkate alınarak Türkiye açısından en uygun olan şekil seçilmelidir. Yurt dışı pazarlara girmeden büyük zaman ve finans kaybını önleyecek tedbirleri almalı; gerekli olan değişiklik ve yenilikleri yapmalı; hedef müşterilerin beğenilerini üründen hizmete kadar kazanmalıdır.
Yüksek teknolojiyi ülkenin kendi öz sermayesiyle veya ihracat gelirleriyle en iyi şekilde transfer edebilmeli, uluslar arası rekabete karşı koyabilecek sanayileşme sağlanabilmeli, üretimle başlayan servis hizmetleriyle devam eden hizmetlerinde her ayrı faaliyet kolunda verimliliği sağlayabilecek bilgi sadece üst düzey bir idarecide veya birkaç idarecide toplanmamalı özellikle verimliliği sağlayacak şekilde dağıtılmalıdır.
Dış ticaret hacmi dar olan ve sanayileşmede geciken ülkelerde işletmelerin güç kaynağını oluşturan devlet uzun dönemde kar getirecek yatırımlarda müteşebbislere, her konuda hem destek vermeli hem de akılcı bir kontrolle yönlendirebilmelidir.
Lome Antlaşması « Dünya Ekonomisi
1975 yılında AET ile 46 Afrika, Karaib ve Pasifik ülkesi arasında imzalanan ticaret anlaşması. Daha önce imzalanan Arusha Antlaşması'nın yerini alan Lome Antlaşması ile AET ülkeleri, Afrika'nın sömürge ülkeleri ile imzaladıkları ticaret antlaşmalarını iptal etmişlerdir.
Antlaşma, tüm sanayi ür.nleriyle tarım ürünlerinin bir kısmının AET'ye gümrüksüz ihracını öngörmektedir. Aynı anlaşma uzantısındaki Avrupa Gelişme Fonu aracılığıyla AET'nin söz konusu ülkeler grubuna teknik ve mali yardımda bulunması kabul edilmiştir.
New Deal (Yeni Görüş) « Dünya Ekonomisi
Büyük Bunalım adı verilen ve 1929 yılından itibaren bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin sürdüğü 1932 yılında, ABD'de yapılan başkanlık seçimini F. D. Roosevelt kazandı. Cumhuriyetçi Parti'nin başkanı Hoover'den görevi devralan yeni başkan Roosevelt'in ABD ekonomisini bunalımdan çıkarmak için uygulamaya koyduğu ekonomik, sosyal ve siyasal nitelikli önlem lerin tümüne "New Deal" (Yeni Görüş) adı verilmekte
dir.
Başkan Roosevelt ülkesini içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkarmak için, liberal kapitalizm yerine, müdaheleci, düzenleyici ve yol gösterici bir ulusal iktisat politikası oluşturmaya çalıştı. Tarımsal ürünlerin fiyatlarının hızla düşmesi, çiftçilerin banka borçlarını ödeyemez hale gelmesi, küçük bankaların büyük çoğunluğunu iflâsa sür.klemiştiü Sanayi kesiminde piyasadaki durgunluk nedeniyle stoklar artmış ve üretim hızla azalmıştı.
1929 yılında ülkedeki işsizlerin sayısı 4,6 milyon iken 1933'de 13 milyona ulaşmıştı. Bu ekonomik ve sosyal bunalımı kontrol altına almak için Başkan Roosevelt, Amerikan iktisat tarihinde önemli yeri olan devletözel sektör ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına yol açan 13 önemli yasayı yürürlüğe koydu. 1933 ortalarında birbiri ardı sıra çıkarılan düzenleme yasalarıyla ekonomiye yeniden işlerlik kazandırma dönemi başladı.
Bu yasalar arasında ABD'nin planlama deneyinde önemli yeri olan TVA'nın (Tennesse Valley Authority) kuruluş yasası da vardı. Bankacılık sistemini düzenleyen yeni yasa, bankaların borsalardaki spekülasyonları besleyecek krediler vermelerini engelleyecek ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruyacak yönde önlemler getirmişti. Devlet "Yeniden İnşaa Finansman Kurumu" aracılığıyla bankalara ve sanayi kesimine aktardığı fonlarla eşi görülmemiş düzeyde piyasaya kredi sağlama yoluna gitti.
New Deal sanayi kesiminde üretim, piyasa ve işçi-işveren ilişkileri konularında önemli yenilikler içeren önlemler getirmişti. Sanayide durgunluğu gidermek için aşırı üretimin engellenmesi, ücretlerin artırılması, iş saatlerinin kısılması ve fiyatların yükselmesi öngörülmüştü. Özellikle yükselen ücretlerin toplam talebi canlandıracağı, dolayısıyla satışları artıracağı ve birikmiş stokların erimesine yol açacağı hesaplanmıştı. Özel kesime yönelik destekleyici ve özendirici önlemlerin yanında kamu yatırımları ve hizmetleri için önemli fonlar ayrıldı.
Bu alandaki çalışmaları düzenlemekle görevlendirilen PWA (Public Works Administration) 1935-1942 yılları arasında toplanan 13,2 milyar dolarlık kaynağı kullanarak yeni iş alanlarının açılmasına katkıda bulunduü PWA aracılığıyla, anılan dönem içinde 122 bin konut, 664 bin mil yeni yol, 77 bin yeni köprü ve 285 yeni havaalanı yapımı tamamlandı.
Çıkarılan "Tarımsal Uyum Yasası" tarım kesiminde üretimin ve fiyatın belirlenmesinde devlete geniş yetkiler verirken, üreticilerin satın alma gücünün bunalım öncesindeki düzeye yükseltilmesi öngörülmüştü. Başkan Roosevelt ormanlaştırma, su baskınlarının önlenmesi ve toprağın korunması gibi projeleri yürürlüğe koyarak, 300 bin kişinin işe alınmasını sağladı.
1935-1942 arasında Kuzey Dakota'dan Teksas'a uzanan 200 milyonluk bir ağaç kuşağı meydana getirildi. Başkan F. D. Roosevelt'in uyguladığı "New Deal" politikası ABD'de olduğu kadar Batı Avrupa ülkelerinde de yeni düşünce ve politikaların ortaya çıkmasına neden oldu.
Roosevelt yönetimi toplumdaki çeşitli çıkar gruplarının varlığını kabul eden ve bu grupların isteklerini uzlaştıran bir çözüm getirdi. Büyük iş çevrelerine karşı çeşitli devlet kontrolleri uygulanırken, karşı bir güç olarak işçi kuruluşlarının örgütlenmesi ve güçlendirilmesi sağlandı. Ayrıca sanayi kesimi ile çıkarları çelişen tarım kesiminin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına destek verildi. Fakat yönetimin tüketicileri karşı bir güç olarak örgütleme çalışmaları yeterince başarılı olmadı.
Kısaca denebilir ki, Başkan Roosevelt'in "New Deal" dönemi ekonomik ve sosyal yönden çöken liberal kapitalizmi, yeniden işler hale getirmek için ekonominin işleyişine devletin en geniş ve sistematik şekilde müdahale ettiği dönemdir.
New York Stock Exchange NYSE « Dünya Ekonomisi
New York Menkul Kıymetler Borsası’nın tarihçesi, 1792 yılına kadar iner. Bu tarihte, tüccar ve komisyoncuların oluşturdukları 24 kişilik bir grup, Wall Street’te bir ağacın altında toplanarak senet alım satımlarına başladı. Yağışlı havalarda, işler bir kahvehanede yürütülüyordu. Her isteyenin gruba serbestçe katılmasıyla, açık havada borsa işlemleri yapanların sayısı giderek arttı.
Menkul değerler piyasasının organizasyonuna doğru ilk adım, 1817 yılında Wall Street’te bir salonun kiralanmasıyla atıldı. Grup, New York Stock and Exchange Board adını aldı. Üye sayısı sınırlandı ve yeni üyeliklere yalnız broker’lar seçildi. Üyelere devam mecburiyeti kondu.
Borsa faaliyeti, basit bir yöntemle yürütülmekteydi. İşlem gören senetlerin bir listesi çıkarılmıştı. Toplantıları yöneten başkan, listedeki senetlerin adını günde yalnız bir defa okumaktaydı. Adı okunan senedi almak isteyen üye, talebini yüksek sesle bildirmekteydi. Birkaç üye talip olduklarında, artırma en yüksek fiyat verenin üzerinde kalmaktaydı. Bir üyenin talebini sözle belirtmesine "call" denmekteydi.
Amerika’da, İç Savaş yıllarında spekülasyon yoğunlaştı. New York Stock and Exchange Board’ın üye sayısı sınırlı olduğu ve yalnız listede kayıtlı senetler üzerine işlem yapıldığı için, diğer komisyoncular yıllardan beri Wall Street ile Hanover Street’in köşesinde ayrı bir borsa oluşturmuşlardı. Köşe başında çalışan bu borsaya "Curb Market" (köşebaşı borsası) adı verilmişti.
Curb Market, İç Savaş yıllarında William Street’e taşındı ve Open Board of Brokers adı altında faaliyetini yürüttü. Open Board, borsa faaliyetinin hararetlendiği dönemlerde, 24 saat kapanmayarak geceli gündüzlü işliyordu. Gece toplantıları otel salonlarında ve koridorlarında yapılıyordu.
Open Board, Avrupa’da 17. yüzyıldan beri “ikinci piyasa” veya “teşkilatlanmamış piyasa” denen ve esnek kurallarla çalışan borsa tipinin Amerika’da geliştirilmiş bir örneğiydi. 20. yüzyıl başlarında, Open Board da bir binaya taşınmakla beraber ilk adına bağlı kaldı. İkinci piyasa 1908’de New York Curb Agency, 1911’de New York Curb Market veya Market Association, 1929’da New York Curb Exchange ve 1953’de American Stock Exchange adını aldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, New York Borsası’yla karşılaştırılabilecek bir önem kazandı.
1863’te New York Stock Exchange adını alan New York Borsası, 1868’de yeni inşa edilen binasına taşındı. Binanın mülkiyeti üyelere aitti. Bir üye çekilerek yerini bir başkasına devrettiğinde, bina mülkiyetindeki payı da yeni alıcıya geçmekteydi. Yıllar ilerledikçe, eklerle bina büyütüldü. Üyeliği devralmak için ödenen bedel, konjonktürlere göre değişiyordu. Şimdiye değin en yüksek fiyat 1929’da ödenmiştir. Bu tutar 625,000 Dolar veya Dolar'ın o zamanki değeriyle 29,761 “ons” saf altındır. Büyük Bunalım’dan sonra devir ücretleri düşmüştür.
Borsanın yönetim organizasyonu ve kuralları, ihtiyaçlara ve sermaye piyasası otoritelerinin kararlarına göre zamanla değişmiştir. Ancak fonksiyonlar istikrarını korumuştur. Bir hakem kurulu, operasyonlara ilişkin anlaşmazlıkları karara bağlar. Hizmetlerin ve yönetimin düzenlenmesi, borsa üyelerinin çoğunluğunun oluşturdukları komitelere bırakılmıştır. Komiteler arası koordinasyonu bir icra kurulu sağlar.
Üyeler arasında bir işbölümü oluşturulmuştur: Commission broker’lar, borsada müşterilerinin emirleri doğrultusunda alım satım yapanlardır. İlke olarak, kendi hesaplarına, borsa operasyonlarına girişmezler. Bankalar ve borsa üyesi olmayan aracı firmalar, müşterilerinin siparişlerini commission broker’lara intikal ettirirler. Sonradan oluşturulan “ortak üyelikler”in fonksiyonları, gerektiğinde hazır bulunmayan commission broker’ların yerini doldurmaktır. Ortak üyeler de, aynı kurallara göre çalışmakla beraber, izin almaksızın "şoor" veya "parterre" denen alım satım yerine giremezler.
Specialist’ler (uzmanlar) yalnız bir veya birkaç menkul değer alım satımıyla ilgilenen üyelerdir. Başlangıçta, bunlar yaşları ilerleyince masalar arasında mekik dokumanın zorluğu nedeniyle seçtikleri bir yere oturan ve yalnızca orada işlem gören senetlerle ilgilenen kişilerdi.
Two-dollar broker’lar komisyoncu firmalarla ilişkileri olmayan aracılardır. İşlerin birden hareretlendiği anlarda, commission broker’lar siparişleri yetiştirmekte zorluk çekerler. Yetişemedikleri siparişlerin yerine getirilmesini two-dollar broker’a havale ederler.
Dördüncü grup, odd-lot dealer’lardır. Borsada alım satım birimi lottur. Bir lot, 100 senetten oluşur: 100 hisse senedi veya 100 tahvil gibi. Ancak müşterilerin siparişi 10 tane veya 34 tane gibi kesirli olabilir. Commission broker, lottan eksik veya fazla bakiyeyi almak veya satmak işini perakendeci durumunda olan odd-lot dealer’a bırakır.
Beşinci grup, trader'lardır. Bunlar, 1792’de grupta yer alan tacirlerin günümüze değin süregelmiş bir uzantısıdır. Kendi hesaplarına alım satım ve spekülasyon yaparlar. Sayıları azdır.
1961’de paralel piyasa veya üçüncü piyasa denen yeni bir borsa organizasyonu ortaya çıkmıştır. Paralel piyasa, “teşkilatlanmamış piyasa”dan ayrı bir modeldir. Paralel piyasada New York Stock Exchange’de kote edilmiş, yani listeye alınmış menkul değerler alınıp satılır. Alım satım değerleri de, New York Stock Exchange kurallarıdır.
New York Stock Exchange’de alım satım komisyon ve harçlarının yüksek olması, müşterilerden bir kısmını ikinci piyasaya ve paralel piyasaya kaydırmıştır. Paralel piyasada, özellikle büyük işlemlerde, komisyon oranlarının düşük tutulması, bu ayrı borsa tipinin kısa zamanda gelişmesini sağlamıştır.
Herhangi bir gerçek veya tüzel kişi, borsadan doğrudan alım satım yapamaz. Menkul değerler almak veya satmak isteyenler bir aracının hizmetine başvururlar. Müşterinin emrini borsaya intikal ettiren, bir commission broker’dır. Commission broker, borsa üyesidir. Bir komisyoncu firmasının sahibidir veya ortağıdır. Müşterinin ajanı sıfatıyla hareket eder. Hizmetine karşılık, bir komisyon alır.
Borsa, soyut bir pazardır. Genellikle mübadele konusu menkul değer, ortada olmadan alım satım yapılır. Satıcı, bedelini tahsil etmeden ve hatta elinde bulunmadığı halde, bir menkul değeri satar. Alıcı da, ödeyeceği para aktifinde olmaksızın taahhüt altına girer. Senetlerin maddi varlığı el değiştirmeksizin, temsil ettikleri değer birkaç kez soyut alım satım konusu olabilir.
Borsanın hesap günü gelince, ödemelerin yapılması commission broker’ın sorumluluğundadır. Commission broker, muhtemel bir zarara karşı müşterisinden bir güvence ister. Bu güvence, operasyon konusu alım satımın bir yüzdesidir ve müşteri ile komisyoncu firma arasında kararlaştırılır. Genelikle uygulanan oran %10’dur. İstikrarsızlık dönemlerinde ve müşterinin durumuna göre, %25’e çıktığı görülmüştür.
OECD « Dünya Ekonomisi
ABD dışişleri bakanı General Marshall, 25 Haziran 1947'de, Harvard Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada, ülkesinin Avrupa devletlerine İkinci Dünya Savaşı sonunda yaptığı yardımı artırmayı ve uzatmayı önermişti. Ön koşul olarak, yardımdan faydalanacak ülkelerin bu yardımı ortak bir yardım ve kalkınma kurumu çerçevesinde kullanmalarını önermekteydi.
Bu önerileri tartışmak ve ekonomik istekleri saptamak amacıyla Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı 12 Temmuz 1947'de Paris'te toplandı. 16 Nisan 1948'de de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü Anlaşması (OECC) imzalandı. Bu konvansiyona 16 ülke katılmıştır: Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Yunanistan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Norveç, Hollanda, Portekiz, İngiltere, İsveç, İsviçre ve Türkiye. Topluluğa 1955'te Almanya, 1959'da İspanya üye olmuştur.
Önceleri Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü (OEEC) adı altında, Marshall Planı'nın uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla kurulan bu örgütün adı 30 Eylül 1961' de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) şeklinde değiştirilmiştir.
Türkiye parlamentosu, katılma kararını 29 Mart 1961'de onaylamıştır. Başlangıçta gözlemci üye olan ABD ile Kanada'ya tam üyelik hakkı tanınmıştır. Daha sonra Japonya, Finlandiya ve Yeni Zelanda da tam üye olarak örgüte kabul edilmiştir. Avustralya'nın OECD ile olan ilişkileri sadece örgütün kısmi kalkınma faaliyeti çerçevesindedir.
Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan ve Slovenya gibi ülkeler ise özel bir statüye sahiptir. Avustralya'nın OECD ile olan ilişkileri sadece örgütün kısmi kalkınma faaliyeti çerçevesindedir. Örgütün üç temel ilkesi şöyle özetlenebilir:
*Üye ülkelerde sürekli iktisadi büyümeyi sağlamak; iş olanaklarını ve yüksek yaşama standardını gerçekleştirmeye çalışmak,
*Üye ve üye olmayan, kalkınma halindeki ülkelerin ekonomik gelişmesine katkılarda bulunmak,
*3. Dünya ticaretinin karşılıklı ve eşit koşullar içinde, uluslararası yükümlülüklere uygun olarak gelişmesine yardımcı olmak.
*Bu amacı gerçekleştirirken mali istikrarı koruma hedefine yönelik önlemleri almak.
OECD'nin çalışmalarını düzenleyen en üst organ Konsey'dir. Üye ülkelerin maliye veya görevli bakanlarının katılmasıyla toplanan Konsey'de her ülkenin bir oyu vardır. Konsey başkanlığını bir yıl süreyle sırası gelen üye ülkenin görevli bakanı yürütür.
Konsey, üyeleri arasından 7 kişilik bir "Yürütme Komitesi"ni seçer. Örgütün sorumlu yöneticisi olan genel sekreteri, Yürütme Komitesi belirlemektedir. Konseyin ve Yürütme Komitesi'nin aldığı kararları uygulama görevi genel sekreter ve emrindeki örgüte aittir.
OECD nezdinde her ülkeyi temsil eden bir heyet (delegasyon) vardır. Uzmanlardan oluşan bu heyetlerin görevi, örgütün çalışmalarının her aşamasına katılarak ülkesini temsil etmektir. Türkiye 1948 yılından beri örgüt içinde çalışmalara tam üye sıfatıyla katılmaktadır. Türkiye ekonomik sorunlarının çözümünde örgüt aracılığıyla üye ülkelerden bağış ve kredi şeklinde olmak üzere önemli yardımlar sağlamıştır.
OPEC « Dünya Ekonomisi
OPEC, Organization of Petroleum Exporting Countries, net petrol ihraç eden ve bilinen dünya petrol rezervlerinin üçte ikisini ellerinde bulunduran 12 ülkenin oluşturduğu konfederasyondur.
9-14 Eylül 1960 tarihinde Bağdat’ta toplanan bir konferans sonucunda resmen kurulmuştur. Kurucu üyeleri; Suudi Arabistan, İran, Kuveyt, Irak ve Venezuella’dır. Kuruluş'a, sonradan Katar (1961), Libya (1962), Endonezya (1962), Birleşik Arap Emirlikleri (1967), Cezayir (1969), Nijerya (1971) ve Gabon (1975) katılmışlardır.
Kurucu üyelerin, yeni üyelerin kuruluşa kabul edilmesinde sahip oldukları veto hakkından başka ayrıcalıkları yoktur. Net petrol ihracatçısı olan ve petrol konusundaki çıkarları OPEC üyeleriyle aynı doğrultuda olan ülkeler kuruluşa katılabilirler.
OPEC, gerçekte mükemmel (tam) bir kartel değil, bağımsız petrol üreten ülkeler arasında işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bir kuruluştur. Petrol fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirlemesi açısından kartel özelliği göstermektedir. Ancak uygulamada Örgüt'ün aldığı kararlara uyulmasını fiilen sağlayacak bir mekanizma yoktur.
Paris Borsası « Dünya Ekonomisi
Paris’in ilk borsası, bir sokakta kurulmuş bir curb market’ti. Quincampoix Sokağı’nda toplanan kalabalık bir grup, 1720’de Banque Royale ve ona bağlı şirketlerin senetlerini alıp satmaya başladı. Banque Royale ile söz konusu şirketler, John Law’un yönetimindeydi. John Law Sistemi'nin büyük bir mali skandalın patlamasıyla çökmesinden sonra, normal borsa faaliyeti 1724’te başladı. Günümüzdeki borsa binasının temeli 1808’de atılmış ve 1826’da bina hizmete açılmıştır.
Wall Street Kuralları « Dünya Ekonomisi
Alım-satım zamanlaması, hangi hisse senedinin alınıp satıldığından daha önemlidir (When to buy and sell is more important than what to buy and sell).
Önemli olan hisse senedine ödediğiniz para değil, satın aldığınız andır (It is not the price you pay for a stock, but the time you buy it that counts).
Hisse senedi alırken doğru karar vermek, satışta karşılaşılan sorunların yarısını çözer (Buying right solves half of your selling problems).
Her zaman piyasa içinde bulunmaya gerek yoktur. Elinizde hisse senedi tutmadığınız anlar da olabilir (There is no need to be always in the market).
Sık sık hisse senedi değiştirmekten kaçının (Avoid too-frequent switching).
Gün içinde, aynı hisse senedinde alım ve satım yaparak kâr etme yöntemini uygulamayın (Do not day trade).
Sahip olduğunuz hisse senedini hiçbir zaman kutsal bir varlık gibi görmeyin (Never put a halo around a stock).
Şirketler çağın şatlarına uymak zorundadır. Ortağı olduğunuz şirkete körü körüne bağlanmayınız (Don't marry your stocks).
Sahip olduğunuz hisse senedini piyasada oluşan en yüksek fiyattan satabileceğiniz konusunda kendinizi şartlandırmayın (Don't try to get the last eighth).
Piyasa değeri, alış fiyatının üzerine çıktığında hisse senedini satan kimse zarar etmez. Kağıt üzerinde gözüken kâr yerine, kasanıza aktarılan kârı tercih etmelisiniz (No one ever went broke taking profits).
Kasadaki bir birimlik kârı, kağıt üzerindeki iki birimliğe tercih ediniz (In the stock market, one good profit in hand is worth two one paper).
Hisse senedi piyasasında kazanmanın sırrı, yanlış bir karar verildiğinde en az zarar edebilmektir (The whole secret to winning in the stock market is to lose the least amount possible when you're not right).
Hisse senetleri, sürekli yükselen piyasanın doruğunda "çekici"; düşen piyasanın dip noktasında ise "çok kötü" olarak algılanır (Stocks look best at the top of a bull market and worst at the bottom of the bear market).
Sahip olduğunuz bir hisse senedi, yeniden satın almayacağınız bir fiyata eriştiğinde satışa geçin (If you would not buy a stock, sell it).
Kendinizden emin değilseniz hiçbir şey yapmayın (When in doubt, do nothing).
Piyasada oluşan fiyatlar sürekli dalgalanacaktır (The market will continue to fluctuate).
Parasal ihtiyacınızı karşılamak için kesinlikle spekülasyon yapmayın (Never speculate for a specific need).
Elde ettiğiniz kârın yarısını kasanıza aktarın (Put half your profits in a safety deposit box).
Piyasanın düşüş zamanı geldiğinde uyarı amacıyla zil çalınmaz (They don't ring a bell at the top of the market).
İlgilendiğiniz hisse senedi sizi tanımaz; ne umduğunuzu, ne istediğinizi önemsemez (The stock does not know who you are, and it doesn't care what you hope or want).
İyi hisse senedi yoktur. Tüm hisse senetleri kötüdür, fiyatları artmadığı sürece (There are no good stock. They are all bad ...unless they go up).
Borsada iki duygu yoğunca yaşanır; umut ve korku. Ne ilginçtir ki, korkmamız gerekirken umut ederiz; umut etmemiz gerekirken de korkarız. (There are two emotions in the market - hope and fear. The only problem is we hope when we should fear and we fear when we should hope.).
Hisse senetleri, "gerçek değerleri" olduğu için satın alınmaz. Asıl neden, hisse senetlerine sizden daha fazla para ödemeye hazır olan ve sizden daha çılgın birinin piyasada bulunmasıdır. (You don't buy a stock because it has real value. You buy it because you feel there is always greater fool down the street ready to pay more than you paid.)
Wall Street « Dünya Ekonomisi
Wall Street, New York’un dar caddelerinden biridir. Broadway ile East River arasındadır. Dünyanın bir numaralı finans merkezidir. Wall Street’in simgelediği finans merkezindeki kurumlardan birçoğunun binaları, çok uzun olmayan bu caddede veya yakın noklardadır. Bunlar arasında New York Menkul Kıymetler Borsası, bankalar, Amerikan Menkul Kıymetler Borsası, ticaret borsaları, stock broker firmaları ve bazı büyük şirketlerin işyerleri sayılabilir.
Avrupa’dan gelen Hollandalı göçmenlerin kurduğu New York City’nin eski adı, New Amsterdam’dı. Hollanda Batı Hindistan Kumpanyası adına Kuzey Amerika ile Meksika Körfezi Adalarının yönetimiyle görevlendirilen Peter Stuyvesant, 1652’de İngilizlerin saldırısına karşı New Amsterdam’da bir duvar (İngilizce’de wall) inşa ettirdi. Duvarın 1699’da yıkılmasından sonra açılan sokağa Wall Street adı verildi.
Yediler « Dünya Ekonomisi
Avrupa Serbest Ticaret Topluluğu'nu kuran yedi ülkeye (Avusturya, Danimarka, İngiltere, İsveç, İsviçre, Norveç ve Portekiz) verilen ad. İngilizce adı European Free Trade Association'dan dolayı kısaca ETFA denen topluluğun oluşturulmasına ilişkin antlaşma 4 Ocak 1960'ta imzalandı.
1961'te, Yediler ile Finlandiya arasında işbirliği kurulduü Mart 1970'te İzlanda da topluluğa katıldı. İngiltere ve Danimarka 1973'te, Avrupa Ekonomik Topluluğu'na girmek üzere EFTA'dan ayrıldılar.
ETFA ile AT, Nisan 1992'de aralarında serbest dolaşımı ve işbirliğini öngören Avrupa Ekonomik Alanı oluşturmaya yönelik bir anlaşma imzaladılar.
Avrupa Birliği « Dünya Ekonomisi
1965'te Brüksel Antlaşması ile kurulup 1967'de işlerlik kazanan Avrupa Birliği (EC), Avrupa'da var olan üç örgütü bir araya getirdi: Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (ECSC), Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom). ECSC, kömür ve çelik sağlanması konusunda ortak bir yol izlemek amacıyla 1952'de kurulmuştu.
AET 1958'de üye devletlere ortak bir pazar oluşturmak ve mal, personel ve hizmetlerin serbestçe taşınması amacıyla kuruldu. Euratom da 1958'de kuruldu, amacı atom enerjisinin barışçı amaçla kullanımını sağlamaktır. Başlangıçta her örgütün de altı üyesi vardı; Belçika, Fransa, Federal Almanya, Hollanda, Lüksembourg ve İtalya-"Altılar Avrupası". Aynı altı ülke Avrupa Birliği'nin de üyelerini oluşturuyordu. Avrupa Birliği kendisini oluşturan kuruluşların amaçlarına uymaya sürdürdü ve kendi uzun vadeli hedefi olarak, ECSC, AET ve Euratom'um ayn ayn başarabileceğinden daha geniş kapsamlı uluslararası politik işbirliği sağlandı.
1 Ocak 1973'te İngiltere, İrlanda ve Danimarka, Avrupa Birliği'ne üye oldular. Yunanistan 1 Ocak 1981'de Avrupa Birliği'nin onuncu üyesi oldu. İspanya, Portekiz ve Türkiye'nin ileride üye olabilmeleri için görüşmeler sürmektedir. Şu anda üye devlet sayısı 12'dir.
Kuruluşu
2. Dünya Savaşı'nı izleyen yeniden kalkınma döneminde ortaya çıkan Avrupa işbirliği düşüncesi, başlangıçta Doğu-Batı arasındaki anlaşmazlıktan geniş ölçüde etkilendi. Doğu bloku ülkelerinin karşı çıktıktan Marshall Planı'nı uygulamak için 1948'de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (EEC), 1949'da Avrupa Konseyi kuruldu. Bunları 1952'de ESCS izledi; bu tek tek hükümetlerden bağımsız olarak karar verebilen ilk uluslararası kuruluştu.
ECSC'nin baransı pek büyük olmadı. Özellikle Fransa'nın geniş kapsamlı uluslararası güçlere karşı olması ve örgütün çelik endüstrisindeki kartellere karşı durabilecek kadar güçlü olmaması yüzünden, öncü niteliğinin getireceği sonuçlara ulaşılmadıysa da ekonomi politikası alanında işbirliğine yönelik ilk adımlar atıldı ve 1957'de Roma'da AET ve Euratom'un kurulmasını sağlayan anlaşmalar imzalandı.
AET, 1970'den önce bir ortak Pazar ve ortak bir tarım politikası gerçekleştirmenin yollarını aradı, tam bir ekonomik bütünleşmeye 1970'li yıllar içinde varılacaktı. ECSC ile kazanılan deneyimlerin ışığı altında, uluslararası olma niteliği bir ölçüde sınırlandı. Yürütme organı olan komisyon, karar verme süresi içinde hazırlık çalışması yapacak ancak, san kararlar Bakanlar Konseyi tarafından verilecekti. Bu durum 1967'de Avrupa Konseyi'nin kurulmasından sonra da geniş ölçüde sürdürüldü.
Örgütlenme
Bakanlar Konseyi, karar verme ve yasama görevini yürüten organ olarak genel ekonomi politikasını düzenler ve üye olmayan devletlerle anlaşmalar yapar. En yüksek yargı organı, Avrupa politikasının ana çizgilerini belirlemek için yılda üç kez toplanan devlet yöneticilerinin yan resmi görüşme organı olan Avrupa Koııseyi'dir.
Konseye ve Avrupa Parlamentosu'na sunulan öneri ve kararlar Avrupa Birliği'nin etkin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu'nca hazırlanır. Komisyon'un, konsey kararıyla belirlenen çerçeve içinde bağımsız karar verebilme yetkisi vardır. Yunanistan'ın da katılmasıyla komisyon, üye devletler tarafından önerilen ve 4 yıl görevde kalan 14 üyeden oluşmâktadır. Görev dağıtımı komisyonun kendi içinde yapılır.
Avrupa Birliği'nin sürekli bir merkezi yoktur, toplantılar Brüksel, Lüksembourg ya da Strasburg'ta düzenlenir. Avrupa Parlamentosu ayda bir kez Strasburg ve Lüksemburg'da toplanır. 1979'dan bu yana doğrudan seçimlerin yapıldığı parlamentonun 410 üyesi vardır.
Ulusal devletlerden Avrupa Birliği'ne geçen yetkilerin çoğu konseyde ve komisyonda toplanır; hiçbir yasama yetkisi olmayan yalnız danışma ve denetleme işlevi olan parlamentonun yetkisi oldukça azdır. Bununla birlikte parlamento, komisyonu istifaya zorlama ve konseyin hazırladığı bütçeyi geri çevirme yetkisiyle baskı uygulayabilir. Parlamento bu yetkiyi 1979'da kullanmıştır.
Avrupa Birliği'nin Lüksembourg'da adalet mahkemesi biçiminde bir yargı organı bulunur. İki gruba ayrılan mahkeme, Avrupa Birliği'nin yaptığı anlaşmaların uygulanmasını denetler ve topluluk içindeki kurumlar, üye devletler ve bireyler arasındaki anlaşmazlıklarda karar verir. Mahkeme üye devletleri Avrupa Birliğinin kararlarına uymaya zorlayabilir. Önemli kararların alınmasında çoğunlukla fikir birliği gerekir, ancak bazı durumlarda, bu durumda yetkili olan çoğunluğunun oylama gerek vardır. Fransa, Federal Almanya, İngiltere ve İtalya'nın onar, Hollanda ve Belçika'nın beşer, Danimarka, Yunanistan ve İrlanda'nın üçer, Lüksembourg'un iki oy hakkı vardır.
Çok uzun süren toplantılar artık normal süreye inmiş ve çoğunlukla uzlaşma yoluyla sağlanan kararlar güç de olsa alınabilmektedir. Avrupa Birliği'nin, ekonomik yapılan oldukça farklı olan 10 üyesi arasında karar verme işleminin giderek daha da zorlaşacağı ve fikir birliği ilkesinden vazgeçmek zorunda kalınabileceği sanılmaktadır. Bu durumda üyeler arasındaki birliğin korunup korunamayacağı belli değildir.
İşleyiş
İngiltere'nin Birlik'e geç üye olması en büyük iki üye devlet olan Fransa ve Federal Almanya'nın etkinliği kendilerinde toplamalarına yol açmıştır. İki ülke birlikte, Avrupa Birliği üyelerinin toplamının üçte ikisini ellerinde tutuyorlardı ve aynı zamanda ekonomik yönden en güçlü olan ülkelerdi.
Federal Almanya ve Fransa arasındaki anlaşma öteki ülkeleri pek çok konuda oldu bit tiye getiriyordu. Bu durum, küçük devletler arasında geniş ölçüde huzursuzluğa neden oldu. İngiltere topluluğu katıldığında, büyük güç olma niteliğini çoktan yitirmişti ve Federal Almanya ile Fransa'nın üstünlüğünde önemli bir azalma olmadı.
Tarım Politikası
Değişik ekonomik sektörlere gösterilen ilginin ölçüsü konusunda Avrupa Birliği kendi İçinde çelişkilere düşmektedir. Avrupa Birliği bütçesinin dörtte üçü, işgücünün %10'undan azını karşılayan tarım sektörü için ayrılmıştır.
Tarım politikasının amacı, yeterli üretim değişmeyen fiyatlar, yiyecek sağlanması ve çiftçiler için uygun bir gelirdir. Bu amaçlara ulaşmak için Avrupa Birliği belli ürünlerin taban fiyatlarını dondurmuştur. Bununla birlikte belirlenen düzeyler gerekenden fazla üretim yapılmasına neden olmaktadır. (tereyağı üretiminde olduğu gibi)
Başka bir olumsuz etken de paylaştırmadaki eşitsizliktir. Az sayı da küçük çiftçi ve belli ürünlerin alındığı verimli geniş çiftlikler. Bu tarım politikası, 1970'e kadar Avrupa işbirliği alanında bir başarı olarak nitelendirildi. 1970'lerde ortaya çıkan ekonomik durgunluk görüntüyü değiştirdi. Akaryakıt ve gübre fiyatları yükselirken, tarımdaki fiyatlar düştü. Ürün fazlasından ve fiyatlardaki düşüşten kurtulmak için getirilen önlemler yeterince başarılı olmadı.
Avrupa Birliği bütçenin tarım politikası, ekonomik politikanın büyük bir bölümü, ekonomideki öteki alanların zararına tarım politikasına ayrıldı. Avrupa Birliğinin iflas etmemesi için tarıma ayrılan payın azaltılması zorunludur.
Komisyon, tarım harcamalarının artışını durdurmayı ve böylece artacak parayı yöresel fona ve artan işsizlik gibi toplumsal sorunlar karşılama fonuna ayırmayı istemektedir. Bu politikanın uygulanması bakanlar konseyinin etkisiyle büyük ölçüde engellenmektedir. Üye ülkelerin tarım bakanları kendi tarım ödeneklerini azaltmadıkça, Avrupa Birliği tarıma ayrılan büyük harcamalarının azaltılması için çok az şey yapılabilir.
Vergiler
Ortak bir pazar kurulması için dışalım vergilerini kaldırmak ve birbirine benzer ulusal bir vergi düzenlemesi getirmek gerekiyordu. 1968'de AET içinde yapılan ticarette gümrük vergileri tümüyle kaldırıldı ve aynı zamanda AET dışı uygulanacak bir gümrük tarifesi getirildi.
Vergi konusu daha da zordu. En akla uygun önlem Fransız vergi iadesi ya da katma değer vergisi sisteminin getirilişiydi. Uygulanan oran değişmekle birlikti, bu 1972'den beri bütün üye devletlerle geçerlidir.
Davranış Özgürlüğü
Malların serbestçe taşınması konusuyla ilgili sınırlı da olsa bir ilerleme sağlandı. Ülke içi gümrük vergileri ortadan kalkmakla birlikte gümrükle ilgisi olmayan çok sayıda engel vardır. Tüm üye ülkelerde serbest yerleşme hakkı yasal olarak kabul edilmişti ancak, burada hala mesleki niteliklerin farklı ülkelerde kabul edilme durumu gibi pek çok sorun vardır.
Serbest yolculuk olanakları ve herhangi bir üye ülkede çalışma hakkı ile birlikte kişilerin hareket özgürlüğü de vardır. Avrupa Birliği'ne üye ülkelerde yaşayanlar, her yerde işsizlik sigortası, vergi ve sağlık konusunda yasal olarak aynı haklardan yararlanır.
Sermayenin serbestçe yer değiştirmesi henüz bir kuram aşamasındadır. Avrupa Birliği'nin henüz gerçekleşmemiş amaçlarından bir olan ekonomik ve mali işbirliği kurulmasını sağlamak amacıyla üyeler kambiyo kurları konusunda işbirliğine varmak için çalışmaktadır. Özellikle, sermaye yatırımlarının kar sağlayan birkaç alanda toplanacağı ya da değersiz dövizlerle spekülasyon yaratmak için kullanılacağı endişesiyle sermayenin serbestçe yer değiştirmesi engellenmektedir.
Bölgesel Politika
Avrupa Birliği içinde belli bölgeler bazı yönlerden gelişmemiştir. Bu yüzden Avrupa Komisyonu 1975'te işlerlik kazanan bölgesel fonu kurmuştur. Fondaki en büyük pay İtalya'nındır. Özellikle İtalya'nın güneyinde yoksulluk, yüksek oranda işsizlik, kötü yerleşme koşullan ve yanlış gelişmiş yapı sıkıntısı çekilmektedir.
Fonun para kaynaklarının dağılımındaki çarpıcı özellik, Fransa ve İngiltere gibi oldukça zengin ülkelerin, Yunanistan gibi gelişme yönünden geri ülkelerden daha büyük paylan olmasıdır. Buna benzer bir soruna, daha da büyük ölçüde, Avrupa Birliği'nin tarıma yönelik desteklemelerinin bölgesel dağılımında rastlanır.
1980'de Paris Havzası, Kuzeydoğu Almanya ve Güneydoğu İngiltere'dekiler gibi gelişmiş tarım alanları, Kuzeydoğu İtalya ve Güney Fransa gibi alanlarda %60'ın üzerinde Sicilya'dan %100'ün üzerinde daha fazla destek görmekteydiler.
Genel Görünüm
İngiltere'nin topluluğa katılması ülkede geniş tepkiyle karşılandı. Norveç halkı ise yapılan oylamada üyeliğe hayır deyince bu ülke topluluğa katılmadı. Sol görüşlü ülkeler, örgütün büyük kapitalist ülkeler için bir araç olduğunu ileri sürerek Avrupa Birliği'ne karşı çıkmalarının yanı sıra, ulusal etkinliğinin sınırlanacağı ve eski ulusal geleneklerin yok olacağından korkan sağ görüşlü ülkeler de örgüte karşı çıkmaktadırlar.
Yunanistan'daki muhalefet, güçlü Avrupa ekonomileriyle birleşmenin zayıf sekt6rlerde işsizliğe yol açacağından korkmaktadır. Ulusal hükümetler etkin çıkar gruplarına, özellikle çiftçi birliklerine karşı her zaman duyarlı olmuşlardır. Tarım konusunda daha fazla önemi olan bazı ülkelerin üyeliğe alınması bunu daha da büyük bir sorun durumuna getirecektir.
Batı Avrupalı şarap üreticileri ve sebze yetiştiricileri Türk, Yunan, İspanyol ve Portekiz ürünlerinin rekabetinden korkmaktadırlar. Genelde, 1970'lerde başlayan ciddi ekonomik bunalım Avrupa Birliğinin görev yapmasını daha da zorlaştırmaktadır. 1980'de Avrupa Birliği içindeki toplam işsiz sayısı 8 milyona ulaşmıştır.
Enflasyon, yüksek faiz oranlan ve artan uluslararası rekabet, ekonomik durgunluğu artırmaktadır. Bu durumda hükümetler, Avrupa'nınkinden çok, kendi ulusal çıkarlarına yönelme eğilimindedirler. Ne ölçüde olursa olsun, Avrupa Birliği için destek fonları kısa dönemde hazır olmayacaktır, bu da tarımdan çok öteki ekonomik sektörleri özendirmeyi amaçlayan politikanın pek başarı şansı olmadığı anlamına gelir.
Avrupa'da ekonomik birleşme ulusal ekonomilerdeki durgunluk nedeniyle yavaşladı. Avrupa Birliği içinde ekonomik ve politik bir birlik oluşturulması her zamankinden daha uzak görünmektedir. Avrupa Birliği, ekonomik bir güç olarak yalnız Avrupa'da değil, aynı zamanda Üçüncü Dünya Ülkelerinde de giderek önem kazanmaktadır.
Doğu Avrupa, İskandinavya, Akdeniz ülkelerinin çoğu ve gelişmekte olan birçok ülkeyle ilişkiler korunmaktadır. Değişik ülkelerle ortaklık anlaşmaları, serbest ya da öncelikli ticaret anlaşmaları gibi çeşitli anlaşmaları yapılmaktadır.
Avrupa Birliği Organları « Dünya Ekonomisi
Uluslarüstü bir yapıya sahip olan Avrupa Birliği çeşitli organlarla kurucu antlaşmalardan kaynaklanan yetkilerini ve görevlerini yürütmektedir. Bunları, temel organlar ve danışma organları şeklinde ikiye ayırmak mümkündür.
A.Temel Organlar
Avrupa Konseyi
Avrupa Konseyi topluluğun en üst düzey karar verme organıdır. Dış İşleri Bakanlarından oluşmakla birlikte ele alınacak konuya bağlı olarak ilgili bakanlarla da oluşturulabilmektedir. Konsey, Komisyon tarafından hazırlanan tasarıları tartışmakta ve karara bağlamaktadır.
Bakanlar Konseyinden farklı olarak, ayrıca, yılda en az iki defa olmak üzere, üye ülke Devlet ve Hükümet Başkanları ile Komisyon Başkanını biraraya getiren ve siyasi işbirliği alanında ve politikalarda öncülük yapmak üzere kararlar alan bir Avrupa Konseyi (Zirve) bulunmaktadır. Konsey Başkanlığı üye ülkeler arasında altı aylık peryotlarla değişir. Konsey Başkanlığı; Konseyin toplantıya çağrılması, gündemin oluşturulması, tüzüklerin yürürlüğe konulması, tavsiye ve direktif gibi AB yasal tasarruflarının ilgililerine bildirilmesi ve Konseyin Avrupa Parlamentosunda temsili gibi görevleri yürütmektedir.
Konsey kararlarını; basit çoğunluk, nitelikli çoğunluk veya oybirliğiyle almaktadır. Nitelikli çoğunluğu gerektiren kararlar için üye ülkelerin oyları, ekonomik ve politik durumları ve nüfuslarına göre aşağıdaki gibi ağırlıklandırılmıştır:
Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere 10 oy
İspanya 8 oy
Belçika, Yunanistan, Hollanda ve Protekiz 5 oy
Avusturya ve İsveç 4 oy
Danimarka, Finlandiya ve İrlanda 3 oy
Lüksemburg 2 oy
Avrupa Komisyonu
Komisyon, AB'nin Bakanlar Kurulu olarak bilinmektedir. Avrupa Toplulukları Komisyonu veya Avrupa Komisyonu olarak da adlandırılmaktadır. 5 yıllığına Konseyin önerisi ve Avrupa Parlamentosunun onayıyla seçilen 20 Komisyon(erden) Üyesinden oluşur. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere'den 2'şer, diğer üyelerden birer Komisyoner bulunmaktadır. Ancak, Komisyonerler ülkelerinin değil AB'nin memurudurlar. Komisyon; Kurucu Antlaşmaların koruyucusu olarak görülmektedir. Kurucu antlaşmaların ve organlarca alınan kararların gerektiği gibi uygulanıp uygulanmadığını izlemekle görevlidir.
Bakanlar Konseyine sunduğu tüzük ve direktif önerileriyle AB politikalarının oluşmasını sağlamaktadır. Konsey tarafından alınan kararların uygulamasından sorumludurlar. Topluluğu uluslararası arenada hukuken temsil eder ve Topluluk fonlarının idaresinde yetkilidir. Komisyonerler politikalarla ilgili sorumluluklarını kendilerine bağlı genel müdürlükler aracılığıyla yürütmektedir. İdari anlamda Komisyona bağlı olarak çok sayıda genel müdürlük, bir hukuk servisi ve bir istatistik ofisi bulunmaktadır. Komisyon nitelikli oy çokluğuyla karar alır.
Avrupa Parlamentosu
Avrupa Parlamentosu (AP), AB'nin demokratik denetlemeden sorumlu organıdır. AB karar alma mekanizmasında yer almakla birlikte daha çok danışma meclisi gibi çalışmaktadır. AP, doğrudan ve genel oyla 5 yıllığına seçilen 626 temsilciden meydana gelir. Üye ülkelerin nüfus sayısına göre kontenjanı olmakla birlikte temsilciler ülkelerini değil bağlı oldukları siyasal eğilimleri temsil ederler.
Parlamentoda 7 farklı siyasal eğilim vardır. Bunlar; Avrupa Halkları Partisi ve Avrupa Demokratları Grubu (EPP- ED), Avrupa Sosyalistleri Partisi Grubu (PES), Avrupa Liberal, Demokrat ve Reformcu Parti Grubu (ELDR), Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı Grubu (Greens/EFA), Avrupa Birleşik Sol/Kuzey Yeşil Sol Konfederal Grubu (EUL/NGL), Uluslar Avrupası için Birlik Grubu (UEN) ve Demokrasiler ve Farklılıklar Avrupası Grubu (EDD)'dur. Parlamento, ağustos ayı hariç ayda bir hafta boyunca toplantı yapmaktadır.
Bir başkan, 14 başkan yardımcısı, divan, genişletilmiş divan ve 19 sürekli komisyon aracılığı ile işlerini yürütmektedir. AP, işbirliği ve uzlaşma prosedürleri çerçevesiyle sınırlı alanlarda yasama görevlerinde rol almak, bütçeyi onaylamak ve yazılı ve sözlü sorular ve genel görüşme talepleri yoluyla Komisyon ve Konseyin faaliyetlerini denetlemekle görevlidir. Yasama aşamasında AP'nin yetkilerinin sınırlı olması AB'nin "demokrasi açığı" olarak adlandırılmaktadır.
AP, bütçenin tarım harcamaları gibi zorunlu harcamalar kaleminde değişiklik önerisi verebilmek gibi sınırlı bir yetkiye sahipken, Avrupa Sosyal Fonu, sanayi politikası gibi konuları kapsayan bütçenin zorunlu olmayan harcamalar kısmında son söz sahibi konumundadır. AP'nin üçte iki çoğunlukla Komisyonu görevden alma yetkisi vardır.
AP üyelerinin ülkelere göre dağılımı
Almanya 99 üye
Fransa, İngiltere ve İtalya 87 üye
İspanya 64 üye
Hollanda 31 üye
Belçika, Yunanistan ve Portekiz 25 üye
İsveç 22 üye
Avusturya 21 üye
Danimarka ve Finlandiya 16 üye
İrlanda 15 üye
Lüksemburg 6 üye
Avrupa Toplulukları Adalet Divanı
AB'nin yargı organı olan Adalet Divanı (ATAD); Topluluk hukukunun tek bir şekilde yorumlanmasından ve etkin bir şekilde uygulanmasından sorumludur. ATAD, antlaşmaları, yasa ve kararları incelemekte ve AB organlarının üye ülkelerle, üye ülkelerin birbirleriyle ihtilaflarına veya özel kişi ve kuruluşlarla AB organları arasındaki ihtilaflara bakmaktadır. 6 yıllığına seçilen 16 yargıç ve 6 savcıdan oluşan Adalet Divanının kararları bağlayıcı olup temyizi mümkün değildir. Davaların yoğunluğu sebebiyle 1989 yılından itibaren ilk derece mahkemeleri kurulmuştur.
Avrupa Sayıştayı
12 üyeden oluşan Sayıştay, AB'nin gelir ve giderlerini incelemek ve bunlara ilişkin raporları Komisyona sunmakla görevlidir.
B. Danışma Organları
Ekonomik ve Sosyal Komite, Bölgeler Komitesi, Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Ombudsmanı AB'nin yardımcı organlarıdır.